İlksen Olİlksen Olİlksen Ol

Avrupa’yı Keşfetmenin 6 Yolu Seyahat Günlükleri – 1.Grup

DiscoverEU - 1.Grup

EFE BURAK AYDIN

Selanik, Yunanistan

Selanik, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle dolu bir keşif durağı. Şehir, Osmanlı döneminden kalma etkileyici yapılarıyla modern hayatı mükemmel bir şekilde birleştiriyor. Beyaz Kule, ilk uğrak yerimiz; buradan şehrin panoramik manzarasını görmek mümkün. Tarihi kiliselerini gezerek şehrin etnik yapısını keşfetmek mümkün. Aristoteles Meydanı, sosyal yaşamın kalbinin attığı nokta; burada bir kafede oturmak şart. Atatürk Evi, Türk tarihi açısından önemli bir durak. Ayrıca, yerel mutfak lezzetleriyle dolu restoranlar, geziyi unutulmaz kılıyor. Selanik, her köşesinde unutulmayacak anılar yaşatıyor!

– Selanik gezimizi bitirdikten sonra uçakla ikinci durağımız olan Budapeşte’ye seyahat ettik.

Budapeşte, Macaristan

Budapeşte: Tarih ve Güzelliklerin Buluştuğu Şehir
Budapeşte, tarihi dokusu ve büyüleyici manzaralarıyla Avrupa’nın en güzel şehirlerinden biri. Seyahatime Buda tarafındaki Buda Kalesi’ni ziyaret şehrin muhteşem manzarasını seyrederek başladım. Kale, şehrin muhteşem manzarasını sunuyor; Tuna Nehri’nin sakin sularını izlemek gerçekten çok etkileyiciydi.
Zincir Köprüsü’nden geçmek, iki kıtanın birleştiği noktada yürümek harika bir duygu. Peşte tarafında, Parlamento Binası’nın önünde fotoğraf çekmeyi unutmadım; bu yapı, şehrin simgelerinden biri olarak kesinlikle görülmeye değer.
Budapeşte, hem geçmişiyle hem de modern hayatıyla keşfedilmeyi bekleyen bir şehir. Her köşesinde yeni bir hikaye barındırıyor ve beni tekrar tekrar geri çağırıyor. Bu şehirde geçirdiğim zaman, hem görsel hem de kültürel bir yolculuktu!

– Budapeşte gezimizi bitirdikten sonra trenle üçüncü durağımız olan Viyana’ya gitmek üzere yola çıktık.

Viyana, Avusturya

Viyana: Tarih ve Kültürün Büyüleyici Şehri
Viyana, zarafeti ve kültürel derinliğiyle herkesi etkileyen bir şehir. Seyahatime, şehrin simgelerinden biri olan Schönbrunn Sarayı’nı ziyaret ederek başladım. Sarayın ihtişamı ve muhteşem bahçeleri, adeta bir masal dünyasına adım attırdı.
Ardından, Viyana’nın merkezinde yer alan St. Stephen Katedrali’ne yöneldim. Mimarisiyle göz kamaştıran bu yapı, şehrin ruhunu yansıtıyor. Katedralin içine girerek Viyana’nın tarihi dokusunu keşfetmek mümkün.
Şehirde yürüyüş yaparken ünlü, kalabalık ve tarihi caddelerinde alışveriş yapmayı ihmal etmedim.
Belvedere Sarayı ve Viyana Devlet Operası mimarisi ve sanatıyla beni büyüledi. Ayrıca, şehrin sanat galerileri ve müzeleri, sanat dolu bir gün geçirmenizi sağlıyor.
Viyana’nın sokaklarında kaybolmak da keyifliydi; zarif binalar ve yeşil parklar arasında yürümek, huzur verici bir deneyim sundu. Yerel mutfağından denediğim Wiener Schnitzel, kesinlikle bu şehrin vazgeçilmezlerinden biri.
Ayrıca hayatımda hiç gitmediğim oparaya Viyanada gitmek benim içim gerçekten seyahatimin en unutulmaz ve en güzel deneyimlerinden biriydi. Viyana’ya yolu düşen herkesin Viyana’nın ünlü operalarına gitmesini kesinlikle tavsiye ederim.
Viyanadaki son akşam yemeğimizde Viyananın ünlü Türk lokantalarından biri olan “GÜNAY RESTAURANT”da özlediğimiz Türk yemeklerini yemek gerçekten çok iyi oldu. Günay Restaurantı Türk yemeklerini yemek isteyen herkese kesinlikle tavsiye ederim.
Viyana, tarih ve kültür dolu sokaklarıyla her köşesinde yeni bir keşif sunuyor. Bu büyüleyici şehirde geçirdiğim zaman, hem dinlendirici hem de ilham vericiydi. Viyana, kalbimde özel bir yer edindi ve mutlaka tekrar ziyaret etmek isteyeceğim bir destinasyon!
– Viyana gezimizi bitirdikten sonra trenle dördüncü durağımız olan Prag’a gitmek üzere yola çıktık

Prag, Çek Cumhuriyeti

Prag: Tarihin ve Güzelliğin Buluştuğu Masalsı Şehir
Prag, tarihi yapıları ve masalsı atmosferiyle ziyaretçilerini büyüleyen bir destinasyon. Seyahatime, ikonik Charles Köprüsü’nde yürüyerek başladım; köprü üzerindeki heykelleri görmek ve Tuna Nehrinin manzarasını izlemek göz alıcıydı. Eski Şehir Meydanı’nda, dünyaca ünlü Astronomik Saat’i izlemek de oldukça heyecan vericiydi.
Prag Kalesi, şehrin en yüksek noktalarından birinde yer alıyor ve buradan şehrin muhteşem manzarasını görmek harika bir deneyim. St. Vitus Katedrali’nin ihtişamı ise göz kamaştırıcı.

Prag’ın renkli sokaklarında kaybolmak ve yerel kafelerde dinlenmek, gezimin en keyifli anlarından biriydi. Bu büyüleyici şehir, her köşesinde yeni bir keşif sunarak kalbimde özel bir yer edindi! Benim için Avrupa gezimin en güzel şehri Prag oldu.
– Prag gezimizi bitirdikten sonra trenle beşinci durağımız olan Berlin’e gitmek üzere yola çıktık.

Berlin, Almanya

Berlin: Tarih ve Modernizmin Kesişimi
Berlin, tarihi derinliği ve dinamik atmosferiyle keşfedilmeyi bekleyen bir şehir. Seyahatime, ünlü Brandenburg Kapısı’ndan başladım; bu yapının önünde durmak, şehrin geçmişine tanıklık etmek gibiydi.
Berlinde “DRIVE. VOLKSWAGEN GROUP FORUM”da ikonik otomobilleri incelemek ve onların tarihi hakkında bilgi almak benim için Avrupa seyahatimin en güzel ve unutulmaz deneyimlerinden biriydi. Benim gibi otomobil tutkunlarının kesinlikle gezip görmesi gereken bir yer.
Berline gitmişken Berlinin meşhur dönerini yemeden gitmek olmazdı.
Berlin, her köşesinde farklı bir hikaye barındırıyor. Bu şehirde geçirdiğim zaman, hem öğretici hem de keyifliydi.
– Berlin gezimizi bitirdikten sonra trenle altıncı ve son durağımız olan Amsterdam’a gitmek için yola çıktık.

Amsterdam, Hollanda

Amsterdam: Kanallar ve Kültür Şehri
Amsterdam, büyüleyici kanalları, tarihi yapıları ve canlı kültürel hayatıyla unutulmaz bir seyahat deneyimi sundu. Şehre ilk adımımı attığımda, renkli evler ve kanallar arasında kaybolmak harika bir histi.
Yerel mutfağından denemek için Hollandanın meşhur külahta patates kızartmasını yemek ve “stroopwafel” (şerbetli waffle) almak, lezzetli bir deneyimdi.
Akşamları, kanallar boyunca yürüyüş yapmak ve şehrin ışıklarını izlemek, günün yorgunluğunu atmanın en keyifli yolu.
Amsterdam, tarihi ve modern yaşamın mükemmel bir birleşimi olarak beni derinden etkiledi. Her köşesinde yeni bir keşif sunarak benim için güzel bir deneyim yaşattı.
Amsterdam gezimizle birlikte Avrupa gezimizin sonuna geldik. Gezdiğim her yer bana çok güzel günler yaşattı. Yeni ülkeleri gezmek, yeni kültürleri keşfetmek, yeni insanları, farklı lezzetleri, farklı dileri deneyimlemek kişisel gelişimim ve yabancı dilimi geliştirmem için çok önemli bir fırsat oldu.

AHMET FURKAN ALTIN

Herkese merhaba, ben Furkan. 1-9 Eylül tarihleri arasında İlk Sen Ol Derneği’nin DiscoverU projesine katıldım. İlk gün Yunanistan’ın Selanik kentine doğru yola çıktık. Selanik’in tarihi kiliseleri, Atatürk’ün evi ve diğer tarihi yerlerini gezdik; gerçekten çok güzeldi. İkinci gün Macaristan’ın Budapeşte kentine gittik. Tarihi parlamentosu ve modern yapıları oldukça etkileyiciydi. İki gün hostelde kaldık, farklı deneyimler yaşadık ve yeni bakış açıları kazandık.

Üçüncü gün Avusturya’nın Viyana kentine gittik ve orada iki gün kaldık. Viyana’nın etnik yapısı, insanları, sarayları çok güzeldi; bambaşka bir atmosfere sahipti. Dördüncü gün Çekya’nın Prag kentine gittik. Gezdiğim yerler arasında en iyisi Prag’dı, gerçekten farklı bir havası vardı. Katedralleri, köprüleri ve arayları çok güzeldi, ayrıca oradaki yemekler de çok hoşuma gitti. Tekrar böyle bir fırsatım olsa yine Prag’a gitmek isterdim.

Beşinci gün Almanya’nın Berlin kentine gittik. Berlin’deki Türk lokantaları oldukça iyiydi, şehrin kendine özgü bir yapısı vardı. Altıncı gün Hollanda’nın Amsterdam kentine gittik. Amsterdam, Prag’dan sonra tekrar gitmek isteyeceğim bir yer oldu; çok güzeldi. Zaandam’a geçtik ve orayı da oldukça beğendim. Gezip gördüğüm yerler gerçekten çok güzeldi, hayatımın en iyi sekiz gününü yaşadım. Tekrar böyle bir fırsat olsa yine gitmek isterdim.

AHMET KEREM

Selanik, Yunanistan

Yunanistan’ın ikinci büyük şehri olan Selanik, tarih ve modern yaşamın iç içe geçtiği, her köşesinde farklı bir hikâye barındıran büyüleyici bir yer. Osmanlı döneminden kalma izleri, Bizans ve Roma yapıları, denize nazır sokakları ve enerjik atmosferiyle Selanik, her adımda size yeni bir sürpriz sunuyor. Bu gezimde, Selanik’in hem tarihine hem de kültürel zenginliklerine yakından tanıklık etme şansım oldu.

Selanik’in tarihi dokusunu daha derinden keşfetmek için Rotunda ve Galerius Kemeri (Kamara) rotasına yöneldim. Roma dönemine ait olan Rotunda, farklı dönemlerde kilise, cami ve günümüzde müze olarak kullanılmış bir yapı. İçerideki freskler ve yapının devasa kubbesi oldukça etkileyici. Tarihin bu kadar katmanlı olduğu bir yapıyı görmek, insanı Selanik’in geçmişine doğru bir yolculuğa çıkarıyor. Rotunda’nın hemen yakınında yer alan Galerius Kemeri, Roma İmparatoru Galerius’un zaferlerini kutlamak amacıyla inşa edilmiş. Selanik’in merkezinde, bu kadar eski bir yapının hâlâ ayakta kalması ve günlük yaşamın içine entegre olmuş olması, şehrin tarihsel zenginliğini bir kez daha gözler önüne seriyor.

Selanik, aynı zamanda Türkiye için de önemli bir şehir, çünkü Mustafa Kemal Atatürk’ün doğduğu ev burada bulunuyor. Atatürk Evi Müzesi’ni ziyaret etmek, Selanik’in Türk tarihinde ne kadar önemli bir yere sahip olduğunu bir kez daha anlamamı sağladı. Müze, Atatürk’ün çocukluğuna dair detayları görmek ve Osmanlı dönemindeki Selanik’i daha yakından tanımak için harika bir yer. Ziyaret sırasında, bu iki ülkenin paylaştığı ortak tarihe dair derin bir bağ hissettim.

Selanik, Bizans dönemi eserleriyle de ünlü bir şehir. Şehrin en büyük ve en önemli kiliselerinden biri olan Agios Dimitrios Kilisesi, mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. Aziz Dimitrios’a adanan bu kilise, içindeki mozaikler ve mimarisiyle oldukça etkileyici. Hem ibadet edenlerin hem de turistlerin doldurduğu bu kutsal mekân, Selanik’in dini ve kültürel geçmişine dair önemli bir pencere açıyor.

Yunan mutfağına düşkün biri olarak Selanik’te bolca vakit geçirdim ve yerel tatları keşfetme fırsatım oldu. Şehrin meşhur bougatsa tatlısı, sabah kahvesiyle birlikte mükemmel bir başlangıç oldu. Öğle yemeğinde ise taze deniz ürünleri ve meze çeşitleriyle dolu bir tabak sipariş ettim. Selanik’te yemek kültürü, hem geleneksel Yunan mutfağının en iyi örneklerini sunuyor hem de modern dokunuşlarla zenginleşiyor.

Selanik, tarihi zenginliği, kültürel mirası ve enerjik atmosferiyle beni gerçekten büyüledi. Hem Osmanlı ve Bizans dönemlerinden kalma yapıları keşfetmek hem de deniz kenarında keyifli yürüyüşler yapmak, bu şehirde geçirdiğim her anı unutulmaz kıldı. Selanik, tarihin ve modern yaşamın iç içe geçtiği nadir şehirlerden biri ve burayı keşfetmek, Yunanistan’ın kalbini daha derinden anlamak için harika bir fırsat. Eğer tarihe, sanata ve lezzetli yemeklere ilginiz varsa, Selanik sizin için mükemmel bir rota olabilir.

Viyana, Avusturya

Viyana, tarihi ve kültürel zenginlikleriyle dolup taşan bir şehir. İmparatorluk döneminin görkemini taşıyan yapıları, zarif caddeleri ve muhteşem müzeleriyle beni hemen kendine çekti. Bu şehirde geçirdiğim süre boyunca, hem geçmişe tanıklık ettim hem de Viyana’nın modern yüzünü keşfettim. İşte bu büyüleyici şehirdeki deneyimlerim.

Viyana’da geçirdiğim ilk gün, Hofburg Sarayı’nı ziyaret ederek başladı. Saray, Habsburg İmparatorluğu’nun merkezi olarak kullanılmış ve pek çok önemli olaya tanıklık etmiştir. Sarayın içinde dolaşırken, tarihî odalardaki zarif dekorasyonlar ve mücevherlerle süslenmiş koleksiyonlar beni geçmişe götürdü. Sisi Müzesi, İmparatoriçe Elisabeth’in hayatına dair pek çok şey öğretti ve bu muhteşem kadının hikâyesini daha yakından tanıma fırsatı sundu. Sarayın bahçelerinde dolaşırken, yemyeşil çimenler ve güzel çiçekler arasında kaybolmak harikaydı. Bahçelerin ortasındaki çeşme, Viyana’nın huzur dolu atmosferini tamamlıyordu.

Viyana’nın kalbinde yer alan Aziz Stefan Katedrali, şehrin simgelerinden biri. Katedralin gotik mimarisi, dışarıdan bakıldığında bile hayranlık uyandırıyor. İçeri girdiğimde ise yüksek tavanlar ve muhteşem vitray pencereler karşısında büyülendim. Katedralin çan kulesine tırmanarak şehrin muhteşem manzarasını izlemek, günümün en güzel anlarından biriydi.

Viyana, her köşesinde tarihin ve sanatın izlerini barındıran bir şehir. Geçirdiğim her an, bu şehrin zarafetini ve kültürel derinliğini hissetmeme yardımcı oldu. Hem tarihi yapıları hem de modern yaşamı bir arada sunan Viyana, gezmeyi sevenler için gerçekten büyüleyici bir destinasyon. Bu şehri keşfederken, hem geçmişe tanıklık ettim hem de bugünün Viyana’sını deneyimledim. Bir gün tekrar döneceğim kesin!

Prag, Çek Cumhuriyeti

Prag, herkesin bildiği büyüleyici tarihi yapılar ve turistik mekanlarıyla ünlü. Ancak bu şehir, turist kalabalığının biraz dışına çıktığınızda sakin köşeler ve daha az bilinen güzelliklerle dolu. Bugün size, Prag’ın daha huzurlu ve sakin taraflarını keşfettiğim bir günden bahsetmek istiyorum. Yavaşça, acele etmeden şehri gezmek ve Prag’ın yerel hayatını hissetmek, buranın sunduğu eşsiz deneyimlerden biri oldu.

Sabah erkenden başladım güne ve kalabalıklar şehri doldurmadan önce Kampa Adası’na doğru yürüdüm. Charles Köprüsü’nün hemen altındaki bu ada, Prag’ın merkezinde yer alan bir doğa vahası gibi. Yürüyüş yolları, parklar ve Vltava Nehri kıyısındaki sakin atmosfer, güne huzurlu bir başlangıç yapmak için harika bir yerdi. Sabahın serinliğinde kuş sesleri eşliğinde yürürken, bir yandan da nehrin üzerinde süzülen küçük tekneleri izlemek keyifliydi.

Kampa Adası’ndan ayrıldıktan sonra, çok fazla turisti barındırmayan Prag Bahçeleri’ni keşfetmeye karar verdim. Vrtba Bahçesi, şehrin barok tarzını en iyi yansıtan gizli güzelliklerden biri. Teraslarla süslenmiş bu bahçede yürürken, her köşede farklı bir manzara ile karşılaştım. Bahçelerin yukarı kısmına çıktığımda ise Prag’ın kırmızı çatılı evlerini ve uzaklardaki manzarayı görmek mümkündü. Sessiz, sakin ve huzurlu bir ortam arayanlar için bu bahçeler, adeta bir kaçış noktası.

Öğle saatlerine doğru, Prag’ın yerel atmosferini daha fazla hissetmek için Vinohrady bölgesine gittim. Burası, hem yerel halkın yaşadığı hem de çok sayıda restoran ve kafenin bulunduğu, şehrin biraz daha sakin bir bölgesi. Vinohrady’nin geniş caddeleri, parkları ve zarif binaları arasında dolaşmak çok keyifliydi. Öğle yemeği için yerel bir restoran bulup svíčková denedim. Bu, Çek mutfağının klasik yemeklerinden biri ve etin yanında sunulan kremalı sos ve kızarmış ekmekle birlikte gerçekten doyurucu ve lezzetli bir yemekti.

Yemekten sonra Riegrovy Sady Parkı’na gittim. Vinohrady’nin merkezinde yer alan bu park, şehir manzarasına karşı güneşlenmek ve dinlenmek için harika bir yer. Çimenlere uzanıp şehrin manzarasını izlerken, Prag’ın kalabalık turistik bölgelerinden uzaklaşıp yerel halkın şehri nasıl deneyimlediğini görmek hoş bir değişiklikti. Özellikle güzel havalarda, yerel halkın burada piknik yapıp sosyalleştiğini görmek, şehre dair sıcak ve samimi bir hava kattı.

Günün sonuna doğru, Prag’ın daha az bilinen mahallelerinden biri olan Žižkov bölgesine doğru yola koyuldum. Burası, Prag’ın biraz daha bohem ve alternatif yüzünü temsil ediyor. Dar sokakları, renkli duvar resimleri ve sıra dışı kafeleriyle oldukça farklı bir atmosfere sahip. Özellikle Žižkov Televizyon Kulesi, hem modern hem de biraz sıra dışı bir yapı olarak dikkat çekiyor. Kulenin tepesine çıkıp şehrin manzarasını izlemek, Prag’ın ne kadar geniş bir tarihe ve farklı yaşam tarzlarına ev sahipliği yaptığını bir kez daha gösterdi.

Akşam saatlerinde ise, Letná Parkı’na geçtim. Bu park, Prag’ın en güzel manzaralarından birine sahip ve akşamüstü burada yürüyüş yapmak gerçekten harikaydı. Parkın tepesinden, nehrin üzerindeki köprüleri ve tarihi yapıları görmek mümkün. Güneşi batırırken, Prag’ın üzerindeki altın sarısı ışıklar şehri adeta bir peri masalına dönüştürdü. Parktaki Letná Beer Garden’da oturup bir bira içmek ve şehri izlemek, günü bitirmenin en keyifli yollarından biri oldu.

Prag, sadece tarihi yapıları ve turistik mekanlarıyla değil, aynı zamanda sakin ve huzurlu köşeleriyle de büyüleyici bir şehir. Eğer turistik rotalardan biraz uzaklaşıp şehrin daha yerel ve sakin taraflarını keşfetmek isterseniz, Prag size her köşesinde yeni bir sürpriz sunuyor. Şehirde yavaşça dolaşmak, onu daha derinlemesine hissetmek için harika bir yol.

Berlin, Almanya

Berlin, Almanya’nın en kozmopolit şehri. Berlin’e vardığımda ilk gördüğüm yapı radyo kulesiydi. Berlin’e gidecekler, kaybolurlarsa kuleye bakıp yollarını bulabilirler; çok yüksek bir kule. Berlin’de gözüme ilk çarpan, her milletten insanların bulunmasıydı. Bunun yanında şehrin güzel yapıları da dikkat çekiyor: Berlin Katedrali, radyo kulesi, Berlin Kapısı, Museuminsel Müzesi, Bergama Müzesi ve daha sayamadığım pek çok yer. Şehir beni mimarisiyle çok etkiledi. Şehirde en çok Berlin Kapısı’nı sevdim; çok güzel bir yapı. Ulaşımı çok iyi, şehirde sıkıntı yaşamazsınız. Şehir merkezinden sonra Kreuzberg’e gittim. Orası adeta bir Türk mahallesi gibiydi; oldukça güzel bir yer. Berlin’e gittiğinizde Kreuzberg’e de uğrayın derim.

ELİF NAZSU GÖÇER

Selanik, Yunanistan

Seyahatler edip, farklı kültürler edinmek bana her zaman heyecan veriyor. Eğer tarih kokulu şehirlerde dolanmak isterseniz, Selanik’i öneririm. Seyahatimizin ilk gününde İstanbul’dan otobüsle yaklaşık 11 saatlik bir yolculukla Selanik’e geldik. Buraya gelmeden önce çoğu insan, Selanik’in çok kısa vakitte gezilip görülecek bir yer olduğunu söylüyordu fakat benim için öyle olmadı. Evet, şirin ve ufak bir şehir. İnsanları samimi ve sıcak kanlılardı. Yeme içme konusunda; kesinlikle bence türkiyeden farkı yok. Kültürlerimiz çok benzediği için çok yabancılık çekmedim. O yüzden bana çok samimi geldiler. Selanik’te, en beğendiğim yer Atatürk’ün doğduğu ev oldu. Resmen büyüleyiciydi. İçini gezemedik ama çok merak ediyorum. Herkesin gidip görmesini öneriyorum.

Budapeşte, Macaristan

Avrupa’nın kalbinde yer alan Budapeşte, hem tarihi zenginlikleri hem de modern yüzüyle beni kendine hayran bırakan şehirlerden biri oldu. Macaristan’ın başkenti olan Budapeşte, Buda ve Peşte adlı iki yakadan oluşuyor ve bu iki yakayı birbirine bağlayan zincirli köprüler kentin değişik simgeleri arasında bulunuyor.Şehre adım attığım ilk an, tarih kokan dar sokaklar ve ihtişamlı binalar beni etkisi altına aldı. İlk olarak Buda yakasında yer alan Buda Kalesi’ni ziyaret ettim. Buradan şehrin tamamına kuşbakışı bir manzarayla bakabiliyorsunuz. Özellikle gün batımında bu manzara, adeta kartpostal gibi karşınızda duruyor. Kalenin hemen yanında, ünlü Matthias Kilisesi yükseliyor. Gotik mimarisiyle dikkat çeken bu kilise, şehrin tarihine tanıklık eden en önemli yapılardan biri.Bir diğer etkileyici yer ise Peşte yakasında yer alan Parlamento Binası. Gotik tarzdaki bu devasa yapı, Tuna Nehri boyunca uzanıyor ve geceleri ışıklandırıldığında büyüleyici bir görüntü sunuyor.Şehirde gezerken dikkatimi çeken bir diğer şey ise kentin genç ve dinamik ruhu oldu.Budapeşte, tarih, kültür ve modern yaşamı mükemmel bir dengede sunan bir şehir. Gezilecek yerleri, sıcak insanları ve etkileyici mimarisiyle herkesi kendine hayran bırakacak bir yer. Eğer Avrupa’da farklı ve zengin bir deneyim arıyorsanız, Budapeşte kesinlikle listenizin başlarında olmalı.

Viyana, Avusturya

Viyana, Avrupa’nın kültürel ve tarihi mirasını en iyi yansıtan şehirlerden biri. Yüzyıllar boyunca sanata, müziğe ve mimariye ev sahipliği yapan bu şehir, beni adeta bir zaman yolculuğuna çıkardı. İmparatorluk döneminden kalan ihtişamlı binalar, ünlü müzeler ve elbette Viyana’nın kahve kültürü, bu şehri eşsiz kılan unsurlardan sadece birkaçı.

Gezime, şehrin kalbi olan Stephansdom Katedrali ile başladım. Viyana’nın sembol yapılarından biri olan bu Gotik katedral, hem büyüleyici dış cephesi hem de şehrin panoramik manzarasını sunan kuleleriyle dikkat çekiyor. Katedralin içindeki detaylar, her bir sütunun üzerindeki ince işçilik, adeta sanatın ve dinin nasıl iç içe geçtiğini gösteriyordu.

Katedrali ziyaret ettikten sonra, şehrin en ünlü bulvarı olan Ringstrasse üzerinde yürüyüşe çıktım. Burası, İmparatorluk dönemi ihtişamını yansıtan birçok tarihi yapıyı barındırıyor. Hofburg Sarayı, Viyana Devlet Operası, Doğa Tarihi Müzesi ve Sanat Tarihi Müzesi gibi yapılar bu cadde boyunca sıralanmış durumda. Her bir binanın önünden geçerken, Viyana’nın tarihle nasıl iç içe yaşadığını daha iyi anladım. Özellikle Hofburg Sarayı, Habsburg Hanedanı’nın gücünü ve zarafetini simgeliyor.

Viyana deyince akla hemen klasik müzik geliyor, bu yüzden öğleden sonra şehrin müzikle iç içe geçmiş noktalarını keşfetmeye karar verdim. Mozarthaus’u ziyaret etmek, Mozart’ın yaşamına ve eserlerine dair derinlemesine bilgi edinmemi sağladı. Bu ev-müze, Mozart’ın Viyana’daki en uzun süre kaldığı ev ve burada geçirdiği yıllar boyunca bestelediği eserler hakkında çok şey öğrenmek mümkün. Müziksever biri olarak, burada Mozart’ın izini sürmek gerçekten heyecan vericiydi.

Tabii ki Viyana kahvesiz düşünülemez. Şehrin meşhur kafelerinden biri olan Café Central’a gidip bir fincan kahve ve yanında ünlü bir dilim Sachertorte sipariş ettim. Viyana kafeleri, sadece birer kahve içme mekanı değil, aynı zamanda tarihin bir parçası gibi. Freud’dan Troçki’ye kadar birçok ünlü isim, zamanında bu kafelerde oturup düşüncelerini paylaşmış. Café Central’in iç tasarımı ve atmosferi, adeta Viyana’nın entelektüel geçmişini yansıtıyor. Burada oturup Viyana’nın zarif atmosferini hissetmek, şehri gerçekten anlamama yardımcı oldu.

Akşam saatlerinde, Viyana Devlet Operası’nda bir performans izleme şansım oldu. Burası sadece Avrupa’nın değil, dünyanın en ünlü opera binalarından biri. Opera binasının içi, devasa kristal avizeler ve detaylı işçilikle dolu. Bir sanatsever için burada bir performans izlemek, Viyana’da yapılabilecek en büyüleyici deneyimlerden biri. Hem sahnedeki mükemmel performans hem de binanın kendisi, bu akşamı unutulmaz kıldı.

Viyana, sadece sanatı ve tarihiyle değil, aynı zamanda sakin parklarıyla da öne çıkan bir şehir. Schönbrunn Sarayı ve bahçeleri, özellikle akşamüstü saatlerinde gezmek için harika bir yer. Sarayın ihtişamı, bahçelerindeki doğallıkla mükemmel bir denge oluşturuyor. Burada yürürken, Viyana’nın hem doğayla hem de insan yapımı güzelliklerle nasıl iç içe olduğunu görebiliyorsunuz.

Viyana, zarafetin, kültürün ve tarihin en güzel şekilde harmanlandığı bir şehir. Her köşesinde farklı bir hikaye, her binasında bir sanat eseri var. Eğer sanata, tarihe ve müziğe ilgi duyuyorsanız, Viyana sizi kendine aşık edecek. Her anını keşfetmeye değer bu şehir, her ziyaretçisine unutulmaz anılar vaat ediyor. Ben bu şehre aşık oldum.

Prag, Çek Cumhuriyeti

Prag, herkesin bildiği büyüleyici tarihi yapılar ve turistik mekanlarıyla ünlü. Ancak bu şehir, turist kalabalığının biraz dışına çıktığınızda sakin köşeler ve daha az bilinen güzelliklerle dolu. Bugün size, Prag’ın daha huzurlu ve sakin taraflarını keşfettiğim bir günden bahsetmek istiyorum. Yavaşça, acele etmeden şehri gezmek ve Prag’ın yerel hayatını hissetmek, buranın sunduğu eşsiz deneyimlerden biri oldu.

Sabah erkenden başladım güne ve kalabalıklar şehri doldurmadan önce Kampa Adası’na doğru yürüdüm. Charles Köprüsü’nün hemen altındaki bu ada, Prag’ın merkezinde yer alan bir doğa vahası gibi. Yürüyüş yolları, parklar ve Vltava Nehri kıyısındaki sakin atmosfer, güne huzurlu bir başlangıç yapmak için harika bir yerdi. Sabahın serinliğinde kuş sesleri eşliğinde yürürken, bir yandan da nehrin üzerinde süzülen küçük tekneleri izlemek keyifliydi.

Kampa Adası’ndan ayrıldıktan sonra, çok fazla turisti barındırmayan Prag Bahçeleri’ni keşfetmeye karar verdim. Vrtba Bahçesi, şehrin barok tarzını en iyi yansıtan gizli güzelliklerden biri. Teraslarla süslenmiş bu bahçede yürürken, her köşede farklı bir manzara ile karşılaştım. Bahçelerin yukarı kısmına çıktığımda ise Prag’ın kırmızı çatılı evlerini ve uzaklardaki manzarayı görmek mümkündü. Sessiz, sakin ve huzurlu bir ortam arayanlar için bu bahçeler, adeta bir kaçış noktası.

Öğle saatlerine doğru, Prag’ın yerel atmosferini daha fazla hissetmek için Vinohrady bölgesine gittim. Burası, hem yerel halkın yaşadığı hem de çok sayıda restoran ve kafenin bulunduğu, şehrin biraz daha sakin bir bölgesi. Vinohrady’nin geniş caddeleri, parkları ve zarif binaları arasında dolaşmak çok keyifliydi. Öğle yemeği için yerel bir restoran bulup svíčková denedim. Bu, Çek mutfağının klasik yemeklerinden biri ve etin yanında sunulan kremalı sos ve kızarmış ekmekle birlikte gerçekten doyurucu ve lezzetli bir yemekti.

Yemekten sonra Riegrovy Sady Parkı’na gittim. Vinohrady’nin merkezinde yer alan bu park, şehir manzarasına karşı güneşlenmek ve dinlenmek için harika bir yer. Çimenlere uzanıp şehrin manzarasını izlerken, Prag’ın kalabalık turistik bölgelerinden uzaklaşıp yerel halkın şehri nasıl deneyimlediğini görmek hoş bir değişiklikti. Özellikle güzel havalarda, yerel halkın burada piknik yapıp sosyalleştiğini görmek, şehre dair sıcak ve samimi bir hava kattı.

Günün sonuna doğru, Prag’ın daha az bilinen mahallelerinden biri olan Žižkov bölgesine doğru yola koyuldum. Burası, Prag’ın biraz daha bohem ve alternatif yüzünü temsil ediyor. Dar sokakları, renkli duvar resimleri ve sıra dışı kafeleriyle oldukça farklı bir atmosfere sahip. Özellikle Žižkov Televizyon Kulesi, hem modern hem de biraz sıra dışı bir yapı olarak dikkat çekiyor. Kulenin tepesine çıkıp şehrin manzarasını izlemek, Prag’ın ne kadar geniş bir tarihe ve farklı yaşam tarzlarına ev sahipliği yaptığını bir kez daha gösterdi.

Akşam saatlerinde ise Letná Parkı’na geçtim. Bu park, Prag’ın en güzel manzaralarından birine sahip ve akşamüstü burada yürüyüş yapmak gerçekten harikaydı. Parkın tepesinden, nehrin üzerindeki köprüleri ve tarihi yapıları görmek mümkün. Güneşi batırırken, Prag’ın üzerindeki altın sarısı ışıklar şehri adeta bir peri masalına dönüştürdü. Parktaki Letná Beer Garden’da oturup bir bira içmek ve şehri izlemek, günü bitirmenin en keyifli yollarından biri oldu.

Prag, sadece tarihi yapıları ve turistik mekanlarıyla değil, aynı zamanda sakin ve huzurlu köşeleriyle de büyüleyici bir şehir. Eğer turistik rotalardan biraz uzaklaşıp şehrin daha yerel ve sakin taraflarını keşfetmek isterseniz, Prag size her köşesinde yeni bir sürpriz sunuyor. Şehirde yavaşça dolaşmak, onu daha derinlemesine hissetmek için harika bir yol.

Berlin, Almanya

Berlin, her köşesi tarih kokan ve aynı zamanda modern yaşamın enerjisiyle dolu bir şehir. Almanya’nın başkenti, birçok önemli olaya ev sahipliği yapmış ve her döneminden bir şeyler taşıyan büyüleyici bir yer. Hem tarihi yerleri keşfetmek hem de şehrin yaratıcı atmosferini solumak için Berlin’e yaptığım bu gezi, uzun zamandır planladığım bir maceraydı.

Gezime ilk olarak Berlin Duvarı ve birkaç kilise gezerek başladım. Berlin Duvarı’nın kalıntılarını görmek için East Side Gallery’e gittim. Duvar, Berlin’in bölünmüşlüğünün ve Soğuk Savaş döneminin en somut izlerinden biri. Ancak bu kısmı artık bir açık hava sanat galerisine dönüştürülmüş durumda. Farklı sanatçıların yaptığı duvar resimleri, Berlin’in yaratıcı ve özgürlükçü ruhunu yansıtıyor. Özellikle “Kardeş Öpücüğü” olarak bilinen, Sovyet lideri Brejnev ve Doğu Almanya lideri Honecker’in öpüşmesini tasvir eden grafiti, bu galeriye giden herkesin hatırlayacağı bir eser.

Berlin’in sadece tarih değil, aynı zamanda kültür ve sanatı da keşfetmek isteyenler için mükemmel bir şehir olduğunu fark ettim. Museum Island (Müze Adası) bu anlamda görülmesi gereken yerlerin başında geliyor. Burada yer alan Pergamon Müzesi, özellikle antik dünyadan kalma eserleriyle dikkat çekiyor. Müzedeki Zeus Sunağı ve Babil Kapısı gibi devasa yapılar, insanı adeta tarihin derinliklerine sürüklüyor. Müze Adası’nda birkaç saat geçirmek, kültür meraklıları için mükemmel bir deneyim.

Öğleden sonra, Berlin’in alternatif yüzünü görmek için Kreuzberg bölgesine gittim. Rengarenk sokakları, duvar resimleri ve çeşitli kültürel etkinlikleriyle bu semt, Berlin’in bohem tarafını gözler önüne seriyor. Burada yürüyüş yaparken her köşede farklı bir sokak sanatına rastlamak mümkün. Küçük kafelerde oturup bir kahve içmek ve çevredeki hayatı izlemek, şehrin yaratıcı enerjisini hissetmenin en iyi yollarından biri.

Berlin’de geçirdiğim bu süre boyunca şehrin dinamik, tarihsel ve kültürel dokusunu keşfetmek çok keyifliydi. Her köşesi farklı bir hikaye anlatan bu şehir, geçmişin izleriyle dolu ama bir yandan da modern hayatın en canlı örneklerini sunuyor. Berlin, her ziyaretçinin mutlaka kendi hikayesini yazabileceği bir şehir. Eğer tarihe ilginiz varsa ve aynı zamanda yaratıcı bir enerji arıyorsanız, Berlin tam size göre bir yer.

Amsterdam, Hollanda

Amsterdam, özgürlüğü, sanatı ve tarihî atmosferiyle ünlü, herkesin bir kez görmesi gereken şehirlerden biri. Ancak bu gezimde, Amsterdam’ın yanı sıra daha sakin ve köy havasında bir yer olan Zaandam’ı da keşfetme fırsatım oldu. Şehir hayatı ve doğayla iç içe olan bu iki yerin sundukları birbirinden farklı ama bir o kadar da ilham verici.

Amsterdam’a adım attığım andan itibaren şehri çevreleyen ünlü kanallar dikkatimi çekti. İlk durağım elbette Amsterdam Kanalları oldu. Şehirde dolaşırken kanalların yanındaki taş yollar ve bisikletlilerle dolu sokaklar, Amsterdam’ın enerjisini hemen hissettiriyor. Bir kanal turuna katılmak, şehri suyun üzerinden görmek için en iyi yollardan biri. Binaların arasında süzülürken, her birinin farklı bir hikayesi varmış gibi hissediyorsunuz. Hem tarihe hem de modern yaşama tanıklık ediyorsunuz adeta.

Kanallarda dolaştıktan sonra, Amsterdam’ın kültürel zenginliklerini keşfetmek için Rijksmuseum’a gittim. Amsterdam’da sanat ve kültürden bahsedip de Van Gogh Müzesi’ni es geçmek olmaz. Van Gogh’un dünyaca ünlü eserlerini burada görmek beni gerçekten çok etkiledi. Sanatçının hayat hikayesini ve sanatının nasıl evrildiğini gözlemlemek, müzeyi daha da anlamlı kıldı. Özellikle “Ayçiçekleri” ve “Buğday Tarlası” tabloları beni derinden etkiledi.

Müzelerden çıktıktan sonra biraz daha rahatlamak ve şehri yerel halk gibi deneyimlemek için Vondelpark’ta dolaştım. Bu büyük park, Amsterdam’ın kaosundan uzaklaşmak ve yeşilin tadını çıkarmak için harika bir yer. Bisiklete binenler, yoga yapanlar ve banklarda oturup güneşin keyfini çıkaran insanlarla dolu olan parkta vakit geçirmek oldukça dinlendiriciydi.

Amsterdam’ın dinamik enerjisinden sonra biraz daha sakin bir yer keşfetmek istedim ve bunun için trenle yaklaşık 20 dakika uzaklıkta olan Zaandam’a geçtim. Küçük ama şirin bir kasaba olan Zaandam, Hollanda’nın köy yaşamını ve tarihî değirmenlerini görmek için mükemmel bir yer. Yel değirmenleri, ahşap evler ve peynir üretim atölyeleri ile adeta 18. yüzyıla bir yolculuk yapıyorsunuz. Zaanse Schans’ın sunduğu bu otantik atmosfer, şehrin gürültüsünden uzaklaşıp Hollanda’nın kırsal yaşamını hissetmek isteyenler için harika bir deneyim. Burada dolaşırken kendimi bir zaman tünelindeymiş gibi hissettim; değirmenlerin yanında yürümek ve geleneksel peynir üretimini izlemek oldukça ilham vericiydi.

Zaandam’da bir diğer önemli nokta ise Inntel Hotel Zaandam. Otelin tasarımı oldukça dikkat çekici çünkü dış cephesi, geleneksel Hollanda evlerinin modern bir şekilde bir araya getirilmiş halini andırıyor. Hem tarihi hem de modern mimarinin buluştuğu bu bina, kasabaya karakter kazandırıyor.

Günümün sonunda, Zaandam’ın şirin kafelerinden birine oturup Hollanda’nın ünlü tatlısı olan stroopwafel eşliğinde kahvemi yudumladım. Amsterdam’ın enerjik atmosferinden sonra burada vakit geçirmek, hem huzurlu hem de keyifli bir mola oldu.

Amsterdam ve Zaandam, birbirine çok yakın olmalarına rağmen tamamen farklı dünyalar sunan iki yer. Amsterdam’da kanalların, müzelerin ve canlı şehir hayatının tadını çıkarırken, Zaandam’da Hollanda’nın geleneksel yaşam tarzını ve doğayla iç içe geçmiş köylerini keşfetme fırsatı buldum. İkisini de ziyaret etmek, bana Hollanda’nın zengin kültürel mirasını ve çeşitliliğini derinlemesine hissettirdi. Eğer bir gün bu bölgeye yolunuz düşerse, hem büyük şehrin enerjisini hem de kırsalın huzurunu deneyimleyebileceğiniz bir rota çizmenizi kesinlikle öneririm.

Yorum Yap