LEYLA DEĞERLİ
Münih, Almanya
Su Katılmış Beypazarı
Bugün 1 Mayıs ve hayatımda ilk kez yurt dışına çıktığım gün! Her şey harikaaa!!!
Tüm gün boyunca içim kıpır kıpırdı. Çocukluğumdan bu yana ikinci kez uçağa bindim. Benim için unutulmayacak bir anıydı. Daha önce hiç tanımadığım, hatta görmediğim kişilerle yol arkadaşı olmak hem çok garip hem de heyecan vericiydi. Saat beşte bindiğimiz uçakla sekiz gibi ilk durağımız olan Münih’e indik. Ardından S1 trenine binip Leonardo Hotel’e geldik. Eşyalarımızı otele bırakıp yemek yemek için odalardan ayrıldık. Otele yakın olan popüler bir restoranda dört peynirli ve tavuklu pizza söyledik. Ben peyniri pek sevmesem de tatları yine de harikaydı.
Yanında içecek olarak kendi tabirimizle “gazlı su”, “su katılmış soda”, “gazı kaçmış soda” dediğimiz sparkling water içtik. Her ne kadar kola içmek istesek de Filistin’e duyduğumuz saygıdan dolayı dünyanın öbür ucunda dahi olsak boykota devam ettik. Ardından o hep merak ettiğimiz yurt dışı marketlerini görmek için 7/24 açık otomat marketine gittik. Denemek istediğimiz birkaç abur cubur alıp otelimize döndük ve günü bitirdik. Tüm gün boyunca büyülenmiş, sanki bir filmin içindeymişim gibi hissettiğim bir gündü.
Sakın Aslanın Ağzına Dokunmayın
Günlerden 2 Mayıs ve bizim Münih gezimizin resmen başladığı ilk gün. Gezimize Marienplatz’a, Discover tren biletlerimizle giderek başladık. İlk kez kullandığımız için başta biraz kafamız karışsa da, “ilk elin günahı olmaz” diyerek kendimizi trenin içinde buluverdik.Neues Rathaus (Yeni Belediye Binası)’un neo-gotik mimarisi karşısında büyülendikten hemen sonra, aldığımız enfes sandviçler ve daha önce hiç tatmadığımız abidik gubidik içeceklerle sabah kahvaltımızı yaptık. İtiraf etmeliyim ki gezide en sevdiğim kısımlar market gezmeleri ve yemeklerdi.
Altes Rathaus, yani Eski Belediye Binası’nın önünden geçip ünlü Glockenspiel (12 çanlı kukla gösterisi)’i izledik. Arkadaşım Eymen’in verdiği bilgilere göre, 12 kuklanın dansı veba salgının ardından insanlara enerji verip eski neşelerine kavuşmalarını sağlamak için tasarlanmış. Ancak bu dans gösterisi, vebayı daha da artırıp ülkeyi daha kötü bir hale getirmiş. Aslında saat 11 ve 12’de yapılan bu gösteri, bunun gibi birçok olayı temsil ediyormuş.
Eski Belediye Binası’nın, Yeni Belediye Binası’na göre daha yeni görünmesi kafamda soru işaretleri uyandırsa da, Münih’teki birçok yerin II. Dünya Savaşı’ndan sonra restore edilmiş olması bu soruları giderdi. Bu iki belediye binasının ortasında yer alan Meryem Ana Sütunu, etrafındaki meleklerle birlikte Bavyeralıların savaşlardan sonra şehri koruduğuna inandığı için dikilmiş.
İlk gezdiğimiz kilise, Church of the Holy Spirit (Kutsal Ruh Kilisesi). Bu kilise başta gotik tarzda yapılmış olsa da, restorasyonlarla birlikte rokoko ve barok mimari özellikleri kazanmış. Hâlen aktif olarak kullanılan bir Katolik kilisesi.Bir diğer ziyaret ettiğimiz kilise ise Peterskirche. Burası Romanesk tarzda başlayıp Gotik, Rönesans ve Barok dönemlerinde defalarca yenilenmiş.
Ve son olarak, Münih’in ikonik ve en büyük katedrali olan Meryem Ana Katedrali’ni gezdik. Burada şeytanın ayak izi olduğu söyleniyor. Rivayete göre: Şeytan, cam penceresiz, karanlık bir kilise olduğunu sanıp sevinçle yere basmış; fakat ışık dolu iç mekânı görünce kandırıldığını anlayıp öfkeyle kaçmış. Bir diğer söylenti ise, bu ayak izine uyan 43 numaralı ayakkabıya sahip kişilerin içinde bir şeytan sakladığı yönünde.
Bu kilisenin bir diğer önemi ise, içinde Bavyera krallarından I. Ludwig’in mezarının bulunması. Kilisenin mimarisine kubbe tasarımı Rönesans döneminde eklenmiş ve bu yapının yüksekliğinden daha yüksek bir yapı yapılmasına izin verilmemiş. Böylece dini saygının üstünlüğü vurgulanmış. Yüksek tavanlı oluşu da Tanrı’nın ihtişamını simgeliyor.
Tüm bu kiliseleri gezip güzelce yorulduktan sonra kendimizi Residenz’in bahçesine attık. Biraz dinlenip karnımızı Alman döneriyle doyurduktan sonra Münih Rezidansı’nı (Residenz) gezdik. Burası, Almanya’nın Münih şehrinde bulunan Bavyera krallarının ve düklerinin eski sarayı. Harika mimarisi sayesinde çok güzel fotoğraflar yakaladık. Sarayın giriş kapısında, iki yanda duran bronz aslan heykellerinin burun kısmına dokunursan bir gün tekrar Münih’e döneceğine inanılıyor. Pek hijyenik olmadığını tahmin ederek biz dokunmadan geçtik. Akşama kadar Residenz’in bahçesinde oturduk. Benim için unutulmaz bir andı, çok sakin ve huzurluydu. Sokaklarda karşımıza çıkan sanatçılar, kulağımıza gelen birbirinden güzel müzik tınıları, Münih’in ruhunu hissettirdi. Münih’in sokaklarını gece görmek ise bambaşka bir zevkti.
Sarhoş Almanlar > Ayık Almanlar
Münih’te her bir gün yeni bir gün ve yepyeni bir atmosfere tanıklık ediyoruz. Sabah kalktığımızda dünün yorgunluğunu hâlâ üzerimizde hissetsek de keşfetmekten kendimizi alı koymadık. Sabah kahvaltımızı otelimize yakın bir fırından çikolatalı bir hamur işi ve meyve suyu ile yaptım. Küçükken yurt dışından gelen akrabalarımızın getirdiği su şişelerine bile özenirdim, üstündeki yazıları hep ilgimi çekerdi. Her neyse, bu bilgi çok kişiseldi, geçelim. Sadece o meyve sularını şimdi içmek çok güzel hissettiriyor.
İlk olarak BMW Museum ile başladık gezi rotamıza. Benim ilgimi çekmese bile harikaydı. Birbirinden güzel arabalar ve motorlar vardı, oraya kadar gelip görmesem çok pişman olurdum. Daha sonra Bayern Münih stadyumunu görmek için Allianz Arena’ya gittik. Yine benim pek ilgimi çekmesede farklı bir deneyim oldu. Yemek olarak yine döner seçtik, çünkü hem lezzetli hem helal hem de oldukça pratik bir seçenekti bizim için.
Oturduğumuz bankta İtalyan tatlı bir amca ile hayatımda belki de ilk defa biriyle İngilizce gerçek bir iletişim kurdum. Nereli olduğumdan dönerin tadına kadar ufak tefek olsa da konuştum ve unutulmayacak bir anım daha oldu.
Benim Almanya’da en sevdiğim yer Marienplatz oldu. Mağazalar, çiçek satan dükkanlar, sokak sanatçıları, eski tarz kıyafetlerle dolaşan insanlar, her biri filmin bir parçasıymış gibi hissettiriyordu. Dönerlerimizi yedik, alışverişlerimizi yaptık, Almanya çikolatalarımızı ve abur cuburlarımızı alıp English Park’a geçtik. Çok geç bir saatte gittiğimiz için sörfçülere denk gelmesek de kuş cıvıltıları, suyun sesi bana yetti, her taraf yemyeşildi. Otele dönüş yolunda karşıdan karşıya geçerken denk geldiğimiz sarhoş Almanlar, Müslüman olduğumuzu fark edip “Selamünaleyküm” dediler. Çok samimi bir andı, heleki Almanlara göre oldukça samimiydi. Pek iletişime geçmeyi sevmeyen, soğuk tipler olarak tanıdım Almanları. Hatırlatırsam, sabah konuştuğum amca da zaten İtalyan çıkmıştı.
Viyana, Avusturya
El Ele Tutuşan Sokak Lambaları
Bugün günlerden Viyana’ya yolculuktu. Günümüzün büyük bir çoğunluğu trenlerde geçti. Hayatımda daha önce hiç uzun yol trenine binmemiştim, bu seyahat bana oldukça fazla ilki yaşattı. Sabah uyanır uyanmaz valizlerimizi topladık, otele yakın olan fırına geçtik, sandviçle kahvaltımızı yapıp yola koyulduk. Discover EU biletlerimizle ücretsiz yaptığımız bu seyahatin ücretini stresle ödedik çünkü aktarmaların arası çok az bir süreydi, yetişmek telaşlıydı ve yürümemiz gereken yollar, hiç bilmediğimiz peronlar ve bize yabancı olan istasyonların arasında treni kaçırmadan yetişebilmek bir başarıydı bence, ve biz başardık, sağ salim gelebildik. Kendi fikrimce geliştirilmesi gereken bir nokta da, biletlerdeki koltukların olmaması. Her durakta inen ve binen yolculara göre yer değiştirmek zorunda kalabiliyorsunuz.
Bu ekstremli yolculuğun ardından ikinci ülkemiz Avusturya’ya geldik. Viyana, beni gelir gelmez büyüledi. Mimarisi, binaların güzelliği, ihtişamlı sokakları, her şeyiyle harikaydı. Otele giderken yolda denk geldiğimiz Türk restoranında akşam yemeğimizi yedik. Ben şinitzel bowl söyledim ve bence tadı güzeldi, yemeklerin güzelliğine Yahya şapka çıkarmadan duramadı. Ardından şehri biraz turlayıp, yürüyerek sokakların tadını çıkardık. Benim hayalim olan el ele tutuşan ışıklara rastladık. Ne de çok hayalim varmış, bu yolculukta yaşarken fark ediyorum. Şimdi ise kendime yeni bir hayal kuruyorum: O el ele tutuşan ışıkların karşısında bir gün ben de el ele sevdiceğimle geçeceğim. Tüm bu hayallerin ardından ufak bir yürüyüşten sonra otelimize dinlenmek için geri döndük.
Bu Tatlıda Domuz Sütü Var mı?
Viyana’yı bir de biz kuşatalım dedik. Sabah saat 9 sıralarında otelimizden çıkış yaptık. Kısa bir sabah yürüyüşünden sonra açlığımıza DerMann’ın harika sandviçleriyle DerMann, der verwöhnt’te kahvaltımızı yaptık. Ardından Hofburg Sarayı’na gidip biletlerimizi aldık. Giriş saatimiz birdeydi, biz de o vakte kadar Aziz Stephan Katedrali’ni gezdik. Hayatımda ilk defa canlı bir ayine tanıklık ettim, çok farklı bir atmosferdi. Kulağıma gelen dini motiflerle süslenmiş müzik sesleri, unutamayacağım anlar arasına eklendi. Katedralin içinde bulunan çan, Osmanlı kuşatmasının ardından kalan metal parçaların eritilip birleştirilmesiyle oluşmuştu. Olmadı, dikkatimi çeken bir nokta oldu: Etraftaki heykellerde de dikkatli bakarsanız, Osmanlı kuşatmasına dair izler bulabiliyordunuz. Oradan St. Peter Kilisesi’ne geçtik. İçerisinin barok tarzı mimarisi sebebiyle benim en çok sevdiğim kilise oldu. Almanya’ya göre Viyana’da kiliseler ve katedraller turistik yerden çok, hâlâ aktif olarak kullanılan ibadethanelerdi. Son olarak Mozart Haus’un önünden geçip, Sisi Müzesi’ni gezmek için Hofburg Sarayı’na geri döndük. İçeride birbirinden güzel elbiseler ve aksesuarlar vardı. Kendine has tarzı ve saray kurallarına karşı tavrıyla dikkat çeken Elizabeth Sisi’nin hayatı ve hayata bakış açısı beni etkiledi. Hofburg hanedanlığı, diplomatik evliliklerle tarihte dikkat çekmiş olup yaptığı en önemli diplomatik evliliklerden biri de Franz Joseph ve Elizabeth Sisi evliliğiydi. Bu evlilik, Joseph’in aşkı ile başlasa da, zamanla mutsuz bir evlilik olarak tarihe geçmiş. Hofburg Sarayı’nın içerisini gezerken fark ettiğim bir ayrıntı ise, evli olsalar bile yatak odalarının birbirinden ayrı olmasıydı. Sisi’nin, kraliyete karşı bile kuralları ve sınırları olduğunu hatırlattı. Bir başka ayrıntı ise, Sisi’nin oğlunun trajik ölümü ardından tamamen siyah aksesuarlar ve kıyafetler tercih etmesiydi. Bu, Elizabeth Sisi’nin iç dünyasındaki yasın dışa yansıtma şekliydi.
Bu müze gezisinin ardından Doğa Tarihi Müzesi’ne geçiş yaptık. Doğal taşlardan, ilk insanlara, dinozorlara, balıklara, kelebeklere ve böceklere sayamadığım daha yüzlerce şeye kendi gözlerimle görebildiğime hâlâ inanamıyorum. Hayatımda görüp görebileceğim en güzel müzelerden birisiydi, belki de benim için. Hayvanları, insanları ve doğayı merak ediyorsanız, kesinlikle uğramanız gereken bir destinasyon. Uzun bir müze gezisinin ardından başka bir müze olan Albertina Müzesi’ne geldik. Fark etmişsinizdir ki, Viyana tam bir müze şehri, iki sokaktan birinde müzeye rastlayabilirsiniz. Albertina, Picasso, Van Gogh gibi ünlü ressamlarla aynı dönemlerde yaşamış ve onlardan esinlenmiş ressamların yıllar önce yaptığı resimlerle bizi buluşturdu. Farklı boyama tekniklerini ve canlı renkleri bu kadar yakından görebilmek ve tabii ki havalı fotoğraflar çekinmek için harika bir yerdi. Üç katlı bu müzenin en üst katının bir kısmında fotoğraf sergisi de vardı. Karnımızın guruldamasıyla 1. Viyana’dan 10. Viyana’ya geçiş yaparak Ferhat Döner’den, tadı hâlâ damağımda olan et dürüm yedim, tek kelimeyle enfesti. Akşam için Viyana’nın en ünlü kafesi olan Cafe Central’a uğradık. Tatlımı sipariş ettikten sonra, Eymen’in beni ufak çaplı kandırması ve benim de aklım havada Leyla olmam sonucu tatlıda domuz sütü var mı diye garsona sormam ve garsonla karşılıklı gülüşmemiz, tatlı bir anı olarak kaldı. Ve yine harika bir günün sonuna geldik. Fatma ablanın gece saat kaç olduğunu, “Kızlar, biliyorum Viyana’dan çok etkilendiniz, Freud’u ve Goethe’yi, yazar yaptı, sizi de yazar mı yapacak?” sözleriyle bu geceye veda ediyorum…
Dünün Güzellikleri, Bugünün Kusurları
Bugün günlerden kruvasandı. Sabah otelimize yakın bir fırına uğrayıp çilekli kruvasan ve fıstıklı Berliner alıp topluca Tuna Nehri’nin kıyısına geçtik. Duvarlara yapılmış onlarca grafitinin arasında “Free Palestine” yazısını görmek ufak bir umut oldu bize. Kahvaltımızı yapıp biraz nehiri seyredip gezi rotamıza başladık. Öncelikle Votiv Kilisesi’ni gezdik. Joseph’e düzenlenen suikastten sonra kardeşinin şükran için yaptırdığı bu kilise, neo-gotik tarzda bir kiliseydi ve yine diğer kiliseler gibi büyüleyici bir atmosfere sahipti. Ardından Viyana Üniversitesi’nin içerisine bakma fırsatımız oldu. Çok güzel bir mimariye sahipti, o binada okumak acaba nasıl bir his olurdu? Gezdiğimiz yerler rutin hayatımızın bir parçası olsaydı, hala bu kadar eşsiz hisseder miydik? Mesela öğle yemeğimi o üniversitenin bahçesinde, heykellerinin yanında yaptığımı hayal ediyorum ve bu muhteşem bir his olurdu muhtemelen.
Hayallerinin ardından sıyrılıp Parlamento Binası’nın önünden geçerek Sanat Tarihi Müzesi’ne girdik. Her biri ayrı bir güzellikte, ayrı bir hikayeyi anlatıyordu. Sanattan, resimden pek anlamasam bile fotoğrafçılığın daha henüz doğmadığı çağlardan kalan o resimlere bakmak, sanki o resmin içerisinde bir hayat bulabilmek çok güzel bir histi. Resimlerde burnu kemikli kişilere ait portre resimleri, etli butlu kadınların vücut siluetleri bana, estetiğin geçmişten bugüne ne kadar değiştiğini ve sürekli değişen bir yapısı olduğunu hatırlattı. Bugün belki de birçok kişinin gizlemeye çalıştığı kusurların, bir zamanlar güzelliklerinden ötürü resmediliyor olması çok şaşırtıcı bir durum, bana kalırsa. Heykeller, resimler, akımlar, renkler, fotoğraflar… Sanata dair her şeyi Sanat Tarihi Müzesi’nde bulabilirdiniz.
Ulusal Kütüphane’deki ufak bir gezinin ardından alışveriş yapmamız için belli bir süre verildi. Ben o süreyi alışveriş yerine, hayallerimdeki fotoğraf kabininde fotoğraf çekilmek için kullandım. Bir hayalim daha yaşantım oldu. Ardından Karlskirche’yi gezip, Belvedere Sarayı için toplandık ve yola koyulduk. Klimt’e ait “Öpücük” tablosunu görmek için heyecanlıydım çünkü aşka dair şeyler beni hep heyecanlandırır. Altın varak ve yağlı boyanın karmasıyla yapılmış bu resim, o dönemde sürrealizm akımını başlatıp zamansız aşkı sembolize eden en güzel resimlerden birisiymiş. İçeride yine onlarca güzel resmi görüp hayran kaldıktan ve fotoğraflar çektikten sonra yemek yemek için Ferhat Sönere gidip, yine tıka basa doyduk. Bu sefer dönüş yolunda hem Viyana’ya veda etmek hem de sokakların tadını çıkarmak için yürümeye karar verdik. Keyifli bir yürüyüşten sonra üzerlerimizi değiştirdikten sonra Viyana’ya doyamayıp bu sefer de dışarıda yemek için tekrar çıktık. Ve günü tatlıyla kapattık…
Prag, Çekya
Prag’da Arnavut Kaldırımının Ne İşi Var?
Üçüncü ülkemiz ve yeni duraklarımız beraberinde yeni heyecanlar getiriyor. Yaklaşık beş saatlik tren yolculuğumuzun ardından Çek Cumhuriyeti’ne vardık. Aktarmasız yaptığımız yolculuk gayet akışta ve rahattı. Biraz sıkılsam da arkadaşlarımla uğraşarak o da geçti, yolda zaten genelde edit ile uğraştım. Çekya’ya vardığımız ilk andan itibaren insanlara alışamadım. Her biri çok agresif ve şaşkın şaşkın bakıyordu suratıma, ben ise onlara gülümsüyordum şaşkınlıkla beraber. Prag Belediye Başkanı’na duyurumdur buradan: Kaldırımları düzlemeniz ve merdiven olan bölgelere asansör ya da yürüyen merdiven koymanız gerekmektedir. Engelli bireyler burada nasıl yaşıyorlar, çünkü biz bile valizle sadece aşırı yorulduk. Yarım saat Arnavut kaldırımına sahip sokaklar ve dik yokuşlar çıkarak mükemmel otelimize gelebildik ama bence o zorluğa değdi. Fatma Abla bizim için çok güzel bir otel odası ayarlamış. Balkonunda saatlerce oturup manzarayı izleyebilirim, öyle yani. Otelde duşumuzu alıp hem yemek için hem de biraz keşfetmek için tekrar sokaklara attık kendimizi. İtalyan usulü pizzalarımızla akşam yemeğimizi yiyip, yakınlarda olan AVM’ye gittik. Hayatımda içtiğim en tatlı içeceği buldum: Hello Kitty’li tutufruttili gazoz, pembe gazoz gibiydi. Hem ambalajı hem tadı tam benlikti. Biraz market alışverişiyle günü kapattık.
Sadece Dünyayı Değil, Kendimi Keşfediyorum Bu Yolculukta
Dün aldığımız market alışverişiyle Fatma Abla bize kendi elleriyle abla sandviçi yaptı. Hem lezzetliydi hem de fiyat olarak uygundu. Bir de Fatma Ablam yani… Ne yapsa mükemmel. Kahvaltıdan sonra şehir merkezine doğru rotamızı oluşturduk. Önce Barut Köprüsü’nün dibinden geçip Astronomik Saat’e geldik. Barut Kapısı, ülkenin 13 giriş kapısından biri olup 17. yüzyılda savunma ve barutların depolanması için kullanılmış. İsmi de buradan geliyormuş. Ayrıca kraliyet yürüyüşleri, taç giyme törenleri buradan başlayıp şehir meydanından Prag Kalesi’ne doğru devam ediyormuş.
Astronomik Saat’in hikayesine gelirsek; efsaneye göre bu saati yapan usta saatçi Hanus, öylesine muazzam bir iş çıkarmış ki, Prag yöneticileri başka hiçbir şehirde böyle bir saatin yapılmaması için onu kör etmiş. Hanus, kör edilmenin intikamını almak için saatin içine gizlice girip mekanizmayı bozmuş. O günden sonra saat uzun yıllar boyunca bir daha hiç düzgün çalışmamış ve ülkenin adaletinin düzeni de o yıllarda bozulmuş.
Bolca gezdik ve biraz yorulduk. Kübik kafe olarak bilinen Cafe Diemme’de dinlenmeye karar verdik. Pavlova tatlısını hayatımda ilk kez deneyimledim ve vanilyalı kahvenin tadı da çok güzeldi. Muhabbet ve beraber olmak zaten her şeyi daha güzel kılıyordu. Bütün bu güzellikler yetmezmiş gibi bir de Fatma Abla “Hesaplar benden” dedi, yemin ediyorum tadından yenmedi.
Kahve molasının ardından hem hediyelik almak için hem de sokakları keşfetmek için boş vakitte dolaştık. “Prag” adında bir peluş köpek aldım, oyuncak koleksiyonuma eklemek için. Çok tatlııı. Bu arada 8 Mayıs, Çeklerin Zafer Günüymüş; birçok alışveriş mağazası kapalıydı ve meydan aşırı kalabalıktı.
Meydanı gezdikten sonra Charles Köprüsü’nü geçip Prag Kalesi’ne doğru ilerledik. Prag Kalesi’nin yanındaki Aziz Vitus Katedrali diğer tüm katedraller gibi ihtişamlıydı. Tüm bu güzel sokakları ve mimariyi görmek muazzamdı. Sadece yeni bir şehri değil, aynı zamanda kendimi de keşfediyordum. İlk günkü Leyla’yla bugünkü Leyla arasında çok fark vardı. Geldiğimiz yoldan geriye doğru ilerledik. Bazı dönüşler, vazgeçişler sayesinde insan bazen geriye doğru da ilerleyebilir.
Dönüşte Lennon Duvarı’na ve Dar Sokağa da uğradık ve yine Charles Köprüsü… Açıkçası Prag’da tarihi yerleri görmesek, sadece sokaklarda dolaşmış olsaydık bile hayran kalırdım. Anın kıymetini bilmek, telaştan uzak yaşayabilmek ne büyük bir lütuf… Rengârenk evler ve ağaçlarla süslenmiş caddeler, tatlı müzisyen abiler… Tarihin hissedildiği canlı bir şehirdi benim için. Akşam yemeği için yine bir Türk restoranı tercih ettik: Galata Restaurant. Sude garson çok tatlıydı, ona buradan sevgiler <33
Dürüst olmalıyım ki Prag’ın anlattığım tüm bu güzelliklerinin yanında kötü yanları da var. Çok edepsiz bir şehir. Mahremiyet denen duygu tükenmiş vaziyette ve iki sokakta bir gelen esrar kokusu çok rahatsız ediciydi. Ama bu ülkenin de gerçeği buydu. Hiçbir şey tamamen mükemmel olamazdı. Mühim olan, sorunlara rağmen sevebiliyor muydunuz bu şehri? Ait hissetmedim ama sevdiğim bir şehir oldu. Yemekten sonra “trdelnik” tatlısını deneyimledim. Bu tatlı hakkında benim bir hikâyem var: Bu proje için aranmadan iki gün önce Çanakkale’de bu tatlıyı satıyorlardı. Biz de merak edip “Prag’da yiyecek halim yok, bari burada yiyeyim,” demiştim. Ve şimdi, üstünden üç hafta geçti… Prag’dayım ve bu tatlının orijinal halini yiyorum. Şaka gibi ama gerçek…
ELİF NAZ ÖZYILMAZ
Münih, Almanya
Erasmus yolculuğumuz, öğle saatlerinde buluşmamızla başladı. Çoğumuz için bu ilk yurt dışı deneyimiydi, bu yüzden hepimiz oldukça heyecanlıydık. Yola çıkmadan önce yanımıza bir şeyler almak gerektiğini sonradan anladık—yoksa akşamı zor edersiniz, söylemiş olayım.
Ufak tefek yanlış duraklar, bolca Google Maps araştırması ve biraz panikle sonunda Münih’teki otelimizi bulduk. Resepsiyondaki kadının sorgulayıcı bakışları eşliğinde, Türkçe atasözlerini saçma sapan anlamlarla İngilizceye çevirdik
Bavulları odaya atar atmaz açlıkla kendimizi dışarı attık. Sipariş ettiğimiz yemekleri bitiremedik ama kalanlarla erkekleri doyurduk.
günü su katılmış beypazarı, baş tacısın kral sözlerini sözlüğümüze ekleyerek bitirdik
Evet, ikinci güne Marienplatz’a yakınındaki bir mekânda güzel bir kahvaltıyla başladık. Mutlaka pesto soslu sandviçi denemeniz lazım. Her yolun sonunun Marienplatz’a çıktığını da görmüş olduk. İsmini hatırlayamadığım iki kardeşin yaptırdığı bir kilise, Şeytanın Ayak İzi ve bir kilise daha gezdik. İçerisi genel olarak heykellerden oluştuğu için beni çok cezbetmedi ama hakkını yememek lazım, bayağı uğraşılmıştı.
Sonrasında Münih Residenz’e gittik, bahçesinde çimenlerde bir güzel dinlendik ve 2 saatlik saray yolculuğumuz başladı. Sümeyye Abla her ne kadar Dolmabahçe’nin daha güzel olduğunu söylese de, ilk defa Avrupa’yı gezdiğimiz için farklı şeyler görmek bizi bayağı cezbetti. Uzun saray turunun ardından büyük bir açlıkla Alman döneri yedik, daha doğrusu erkekler yedi.
Kısa bir dinlenmenin sonunda Sümeyye Abla’yı bırakıp market için yürümeye başladık. Güya on dakikalık yoldu ama biz yaklaşık 30 dakikada gittik ve büyük bir hüsran, hiçbir şey yoktu. Biz de mecburen sabah gittiğimiz marketin başka bir şubesine gittik. Yani anlayacağınız, boşuna kaç kilometre yürüdük (1 falan).
Yolda mükemmel arabalarla ve bir sürü bisikletli insanla karşılaştık. Bir yarım saatte dönüş yolundaydık. Ablanın yanına vardığımızda bütün her şeyi ortaya döküp bir güzel yedik ve ertesi gün hakkında konuşup ayaklandık.
Günün sonunda “The hand got what, the two hand got voice( doğrudur ellam)” atasözümüzle eğlenceli ve yorgun bir günü daha bitirmiş olduk.
Bugün sıradan bir sandviçle güne başladık. Dünkü yoğun tempo ve tarihi yer gezilerinin ardından bugün biraz daha rahat takılmak istedik ve rotamızı BMW Müzesi’ne çevirdik. Ulaşım için günlük bilet almıştık, çok pratik olacaktı ki olamadı (?)
BMW Müzesi tam anlamıyla araba meraklılarına hitap eden bir yerdi. Yaklaşık 2-3 saat içeride kaldık. Her yer kalabalıktı ama gitmesek gezimiz gerçekten eksik kalırdı. Çıkışta ise küçük bir sıkıntımız vardı bileti kaybettik herkes birbirinde olduğunu söylesede kimseden çıkmadı bunu kendimize sorun etmeden devam ettik ( eymen hariç)
Bu arada sistemin tamamen güvene dayalı olduğunu fark ettik. Turnike yok, kontrol eden yok (varmışta bize denk gelmedi) Türkiye’de olsa kimse para vermezdi ama burada yakalanırsan yaklaşık 600 euro cezası varmış. İnsanlara almaktan başka seçenek bırakmamışlar zaten
Sonrasında Allianz Arena’ya geçtik. Bugün daha çok erkeklere hitap eden bir program oldu ama baya eğlendik. Bazılarımız stat turuna katılırken biz langırt oynadık, patates yedik ve küçük bir “Fan Store” turu yaptık. oradan çıkınca
Her zamanki gibi yol kenarında namazımızı kıldık, sonra herkesin pilinin bittiği bir halde yeniden Marienplatz’a döndük. Serbest zamanda yine sayısız Türk ile karşılaştık. Hediyelik eşyalarımızı alıp günün son durağı olan English Park’a geçtik. Aldığımız abur cuburların dibini sıyırdıktan sonra yavaştan otele dönmeye başladık.
Günün sonunda aklımızda kalan unutulmaz anılar: Bize sokakta selam veren sarhoş Alman, ayaklarını kaybeden Çınar, “beni ilgilendirmiyor” deyip her arabanın fotoğrafını çeken Leyla, Arena turuna katılan Eymen ve Yahya.
Viyana, Avusturya
Evettt, güne yine sandviçle başladık. Hızlıca toparlanıp hazırlandıktan sonra bu kez “Kızlar bekletir” lafını erkeklere iade ettik — çünkü biz onları bekledik! Bu klişeyi bugünlük çürüttük. (gezinin sonundan geliyorum temelli çürüttük)
Bavulumu sürüklerken biraz canım çıksa da, DiscoverEU’yu kullanmak için istasyona vardık. Zaten projemizin amacı bu olduğu için iki kere aktarma yaptık. Koltuklarımız belli değildi, arada gariban gibi hissetsem de ücretsiz olduğu için ayakta gitmeye bile razıydım.
Artık tam anlamıyla Münih’ten ayrılmıştık. Değişik uyuma stilleriyle Viyana’ya vardık. Otele giderken Sümeyye ablanın kulakları sayesinde çok uzun süre aç kalmayacağımızı anladık. Türk, türkü her yerde çekiyor. Sahibi Türk olan bir restoran bulduk, tekrar gelmek üzere sözleşip otelimize geçtik.
Otele varmamız pek kolay olmadı. Adamlarla görüntülü konuşarak yeri bulabildik. İlk defa resepsiyonsuz bir otelde kaldım. Anahtarını kendin buluyorsun, odaya giriyorsun… İnsanlar boş yere masraf yapmamak için self-servis otel sistemi kurmuş. Neyse ki odamız temizdi de gönül rahatlığıyla yemeğimizi yedik ve Viyana sokaklarını keşfe çıktık.
Leyla’nın dilinden düşürmediği, el ele tutuşan ışıkları da görüp onun mutluluğuyla sokaklarda gezmeye devam ettik. En sonunda gerçekten canımız çıkacak hale geldiğinde, yolun yorgunluğunu atmak ve gezilecek yerleri yarına bırakmak üzere otele döndük.
Viyana’daki ilk günümüze Leyla’nın “We will go!” lafıyla başladık. Kahvaltıda yiyebileceğimiz bir şeyler bulmak için epey yürüdük. Vallahi sırf bu yüzden memleketime dönerim. Değişik, marullu, domatesli ve biber sosumsu bir şeyle kahvaltımı yaptım.
Sümeyye abladan ayrıldıktan sonra Hofburg Sarayı’na gittik. Sisi midir, nedir, onun müzesi ve saray kısmı için 12 euro ödedik. Bilet alırken görevli “You are three child!” diyip bize biraz sataşmadı değil. Biletimizi aldık almasına ama giriş saatinin 1.5 saat sonra olduğunu öğrenince başka yerlere gitmek için gişeden ayrıldık.
Operalar Viyana’da bayağı popülermiş. Tatlı bir abiyle karşılaştık ve bizi operaya davet etti. Beş kişi için 145 euro dedi. Abi, sence bizim o kadar paramız var mı? Ama işin güzel tarafı, adam bizimle Türkçe konuştu! İnsan Türklerle karşılaşınca mutlu oluyor zaten ama sonradan Türkçe öğrenmiş biriyle konuşmak da ayrı güzel.
Oradan ayrılınca kiliselere girmeye başladık. St. Peter Kilisesi’ne girdik, bence içi Almanya’dakilerden çok daha güzeldi. Oranın bile güvene dayalı olması baya şaşırttı beni. Satılan ilahi CD’lerinin parası, yandaki kutuya atılıyordu.
Oradan çıkınca Aziz Stephan Katedrali’ne geçtik. Bizim girdiğimiz sırada ayin vardı, bu yüzden her yeri tam göremedik ama bence dışı, içinden çok daha güzeldi.
Bu arada unuttum, biz sarayı gezmeden önce Mozart’ın evine gittik. Dışarıdan bakalım demiştik ama bildiğin ev işte, içinde Mozart yoktu. Bazılarımız evin içine girdi, biz de o sırada Sisi’nin müzesini gezdik. Gezmesek de olurmuş açıkçası. Sadece yarım saat sürdü ve Sisi’nin elbisesinde resmen bel yoktu! Muhtemelen o kıyafetin içine en son 10 yaşında falan sığardım.
Oradan çıkınca direkt Doğa Tarihi Müzesi’ne geçtik. Efsaaane bir müzeydi! İçinde binbir çeşit taş vardı. Yolda görsem tekme atacağım şeylerin aslında çok özel olduğunu gördüm. Ve en sevdiğim hayvanın mamut olduğuna karar verdim. Keşke nesli tükenmeseydi de bir görseydik…
Müzenin içinde böcek fosillerinden dinozor iskeletlerine, salyangozlardan balıklara kadar her şey vardı. Bayağı bir gezdikten sonra pes ettik ve hızlıca geçip çıktık. Ardından Albertina Müzesi’ne gittik. İçeride zibilyon tane resim vardı. Hakkı yenmemeli, baya güzellerdi ama o kadar sanatın içinde boğuldum resmen, o yüzden hızlıca geçtim.
Sonra fark ettim ki hiçbir yerde adam akıllı fotoğraf çekilmemişim ama bir sürü videom var. Videolar bana daha değerli geliyor. Anılarımı hiç unutmamamı sağlayacak gibi. İnşallah birkaç yıl sonra bundan pişman olmam.
Resim müzesinden çıktıktan sonra Avrupa’nın en ünlü dönercilerinden birine gittik. Ferhat mıydı, neydi… En küçük ekmek arası bile 120 gramdı. Fevkalade bir şeydi ve acayip doyurdu. Artık Viyana’ya her geldiğimde uğrayacağım ilk yer burası olacak sürekli viyanadayım çünkü.
Bu mekânda çayın ve mescidin olduğunu söylemeden geçemicem. Oray gidince çayı epey özlediğimi fark ettim.
Oradan çıkınca ünlü bir kafeye gittik ama ismini yine unuttum. Dükkanlara gire çıka, oyalana oyalana zor vardık. Çikolatalı kek olan ama ismi antin kuntin, uzun bir şey olan tatlıyı yedim. İnanılmazdı. Kahveside idare ederdi.
Saat ona gelince çalışanlarla birlikte mekânı neredeyse kapattık. Yolda yine Çınar’la uzun uzun sohbet ettik. Ne kadar farklı görüşlerimiz olsa da böyle konuşmaların ikimize de yeni bakış açıları getirdiğini düşündüğüm için seviyorum. Farklı yerlerden, farklı kişiliklere ve düşüncelere sahip insanlarla birlikte olabilmek gerçekten bu yurtdışı seyahatimizi daha da keyifli hale getiriyor.
Ve son olarak söylemeden geçemem arkadaşlar:
Benim kadar neşeli, yerinde duramayan birine “bıkkın” demeniz sizin ayıbınız.
Ben yurt dışını sevmedim demiyorum, aksine birçok şeyine bayıldım, ama yine de:
ÖLÜRÜM TÜRKİYEM!!!
Viyana’daki son günümüzde Tuna Nehri kıyısında kahvaltımızı yaptık. Ben hariç herkes Instagram’ına post çıkardı sanırım. Ben tam vlog’luğuma devam edecekken GoPro’nun hafızası dolası tuttu ve bir anda kapandı. Onu boş verip yolumuza devam ettik.
Votiv Kilisesi, Sanat Tarihi Müzesi derken bayağı kendimiz gezdik. Müzeler zaten çok büyük olduğu için epey vaktimizi aldı. Açıkçası, müzeler bir süre sonra sıktı; ilgimi çekecek eserler pek yoktu. Asıl ondan sonra Viyana’nın kütüphanesine gittik. Eserler epey eski gözüküyordu, tabii bu yüzden dokunmamıza izin verilmedi.
Saat 15:00’te serbest zamanımızı bitirip başka bir yere gitmemiz gerekiyordu ama biz daha hediyelik hiçbir şey almamıştık ve bizi bir gerginlik sardı. Herkes birbirine laf anlatmaya çalışıyordu. En sonunda güç bela birkaç hediye aldık ama herkeste biraz gerginlik vardı.
Oradan Belvedere’ye ( blender) geçtik, “The Kiss” tablosunu görmek için. İçeri girdik, koştur koştur tabloyu bulduk ve iki fotoğraf çekilip çıktık. Tablo çok ilgimizi çekmese de sonuçta önemliydi, görmeden de gidemezdik.
Oradan yine Ferhat Döner’e geçtik. Döner gerçekten efsaneydi; sanki dün yememişim gibi yine bayağı sağlam yedik. Asıl olay ise sonda dağıtılan ücretsiz çaydı sanırım. Bir 3 bardak içtim ve biraz dinlenip ayaklandık. Yaklaşık bir saatlik yolumuz vardı otele. Sohbet ede ede yürüdük ve akşam yürüyüşü için sözleşip odalara dağıldık.
Vallahi bayağı heyecanlıydım, yürüyüşün sonunda dondurma olduğu için. Tabii ufak bir sorunumuz vardı: Hem Eymen hem abla fikirlerini değiştirdi. Yalvar yakar izin aldık ve bir saatliğine çıktık. Yahya’nın “Yurt dışı anıları, rahat olun” laflarıyla vardık dondurmacıya. Abla epey tembihledi: “Oturmadan gelin” diye. Lafı kime anlatmaya çalışıyoruz… Bizimkiler bizi dinlemedi ve oturduk.
Karar vermemiz de epey sürdü, yaklaşık yirmi dakika geç kaldık ama değdi mi? Değdi. Viyana’daki son gecemizi tatlı bir şekilde tamamlamış olduk.
Prag, Çekya
Güü naay ddın bi gün ertelemiş olsamda ilk prag günümüzü yazmaya başlıyorum. Sabah viyanadan prag trenine binmek için yola çıktık önce pastaneye gittim ben kaaç gündür olduğu gibi pesto soslu sandviçimi aldım biraz yürüyerek trenimize vardık ve bindik uzun kesintisiz bi yolculuk oldu yahya’nın yabancılarla iletişime geçmesine instagram almasına sataştıktan sonra pragtaki otelimize doğru yürümeye başladık google haritalar sağolsun bizi en yokuşlu yoldan götürdü canımız çıksa da oteli görünce buna değdiğini anladık balkonlu her şeyi olan çok güzel bi oteldi bir iki saat dinlendikten sonra yemek yemek için dışarı çıktık fatma abla bayılma tehlikeleri atlatırken hemen guzel bi yemek yeri bulduk ve pizzalarımızı yedik biraz avm turu yaptıktan sonra yarındiçin kahvaltılıkları alıp otelimize döndük . dünün günlüğünü yazarken blendere satayının ismini unutup ona blender dememin komikliğiyle hatırladıkça gülerken çoktan uyuya kalmıştık.
eveeet pragdaki il günümüze erkeklerin bize kahvaltıya gelmesiyle başladık kaç gündür yediğimiz ekmek aralarından çok daha güzeldi iyice doyduk ve sadece bir günümüz olduğu için apar topar otelden çıktık bi haftadır her gün müze gezdiğimizden müzelere girmek istemedik ama caddelerin binaları çokk guzeldi neredeyse her birinin fotoğrafını çektik yol boyunca açıkçası prag’ın insanını ve sattıkları şeylerden ötürü pragı pek sevemedim çocuğum olsa burada yaşamak istemezdim her yer ot kokuyordu . eski şehir meydanında onların zafer bayramımsı bir şeyi vardı ve dükkanların çoğu bu yüzden kapalıydı bir tane disney’in falan olduğu oyuncakçı bir şey vardı satış yapmasalarda açıktı oradakş kaydıraktan kayarken kafamı çok sağlam bir şekilde vurdum şuan şişmiş olsa gerek oradan çıkınca sonra kübik kafeye gittik yediğim elmalı turta çok güzeldi ve serbest zamanımız başladı astronomik saate gittik ve oradan charls köprüsüne köprü çok güzeldi sonunda şarkı söyleyen çok tatlı adamlar vardı onlarla video çekildikten sonra biraz oralarda oyalandık ve çok acıktığımız için hemen galata restoranta gittik gerçekten yabancı ülkelerde türklerle karşılaşmaktan daha güzel bir şey yok bi guzel yemeğimizi yedik ve çayımızı içtik tatlı bir abla namaz kılmamız için bize yer açtı ve namazımızı kıldık şimdi sıra buranın ünlü tatlısını yemeye geldik bizimkiler çok beğenmesede ben sevdim biraz ağır bi tadı olduğu için yemesi zordu ama güzeldi ve gezimizi bu tatlıyla bitirmiş olduk ve geri otelimize döndük 30 bin adımın sonunda valiz hazırlamaya bile halimiz kalmadığı için direkt yatışa geçtik ve gezi günlerimizi bu geziyle bitirmiş olduk
Dönüş günümüze geldik bi yandan uzun bi yandan çok kısa olan bi geziyi bitirmiş olduk . sabah bavullarımızı hazırlayıp yürümeye başladık avrupada olduğumuz son gün olduğunu bilmek garip hissettirdi epey. Tren istasyonuna varıp kahvaltımızı orada yaptık biraz geciktiğimizi fark edince hemen havaalanına giden otobüsün kalkış yerine gittik ve gelince bindik kısa bir yolculuğun ardından havaalanına vardık ve fark ettik ki daha alımlar başlamamış . bütün hafta dışarda hiç abdest almak zorunda kalmadım ne guzel diyordum ki bugüne nasipmiş . abdest mi beni aldı ben mi onu aldım bilmiyorum ama güç bela hallettim . Kapıların açılmasını beklerken oturduğumuz alan tehlikeli alan olarak belirlendi ve kaldırıldık. Neyseki kapılar açılmıştı da daha fazla beklememize gerek kalmadı. Bavullarımızı verdik kontrolden geçecez derken az daha leyla yüzünden sıkıntı çıkacaktı. Unutup pasaportunu vermeden sümeyye ablayı takip etmeye kalktı adamın bağırmasıyla hepimiz bir irkildik ama onu da atlattık Allahtan. Uçağımıza daha iki saat vardı biraz mağaza turu yaptıktan sonra mescid olduğunu öğrendik vallaha çekya şaşırttı beni oradaki deftere notumuzu da yazdıktan sonra uçağa doğru hareketlendik ve avrupadan ayrılmış olduk.Türkiyeye geldiğimizde tek tek dağıldık yahya çınar sümeyye abla ve en sonda leyla. Eymenide yurduna bıraktıktan sonra geziyi tam anlamıyla noktalamış oldum.EKİP güzel bir geziydi♡♡♡
EMİR EYMEN KESKİN
Münih, Almanya
Münih, yurt dışına ilk kez çıkacak Türk gençleri için harika bir destinasyon. Kültürü ve insanları açısından mükemmel olmasa da, şehirde başka Türklerle karşılaşmak normal ve bu insanlar size yardımcı olmaya istekli. İlk gün şehri keşfetmeye pek vaktimiz olmadı çünkü uçaktan indikten sonra doğrudan otelimize geçtik. Yine de Moosach adındaki küçük bir semtte biraz yürüyüş yapma fırsatımız oldu. Geçirdiğimiz zamana göre, dünyayı gezmek o kadar da korkutucu görünmüyor. Aslında her şey deneyim kazanmakla ilgili ve zaten hepimiz bunun için buradayız. Bugün harikaydı! Sanırım Almanların tavırları hakkındaki düşüncelerimde yanılmışım. Hatta bazıları Türkçe bile biliyor! Ama yine de bizim kadar samimi ve sıcak kanlı değiller. Bu da bazen garip ve karışık durumlara yol açabiliyor. Münih’in tarihi yapılarını gezdik; Neues ve Altes Rathaus, Frauenkirche ve Peterskirche gibi. Ne yazık ki bunların hepsi 2. Dünya Savaşı sırasında yıkılmış. Ama bu muhteşem yapıları yeniden inşa etmiş olmaları çok etkileyici. Aynı zamanda Bavyera ve Alman tarihine farklı yüzyıllardan bakmak için size çok yönlü bir bakış açısı kazandırıyor. Benim gibi bir futbol tutkunu için ne gündü ama! Allianz Arena ve Bayern Münih Müzesi’ni ziyaret etmek nefes kesiciydi. Bu kadar modern bir spor tesisini ilk kez yakından görmek beni büyüledi. Oradaki tarih ve görkem inanılmazdı. Sonrasında BMW Müzesi, araçların gelişimini, özellikle benzinli ve elektrikli motorların evrimini görmek açısından çok etkileyiciydi. Ama asıl zirve? Need for Speed: Most Wanted oyunundan efsane M3 GTR’yi görmekti! Bir anda çocukluğuma geri döndüm – tam anlamıyla nostalji. Yeni bir ülkede toplu taşımayı kullanmak başta biraz garip gelse de, alışmak ve sistemi çözmek bir başarı hissi veriyor. Ve son olarak English Garden… Vay be. Şehrin ortasında bu kadar büyük bir yeşil alan görmek gerçekten etkileyiciydi. Üstelik Central Park’tan bile büyükmüş! Şehir içindeki bu tür doğa alanlarının değeri gerçekten çok büyük. Unutulmaz bir gündü!
Viyana, Avusturya
Bugün manzaralı tren yolculukları ve muhteşem mimariyle doluydu. Münih’ten Viyana’ya trenle geçtik. Yol boyunca gördüğümüz manzaralar gerçekten büyüleyiciydi – yemyeşil tarlalar ve şirin küçük kasabalar. Arkadaşlarla birlikte bu şekilde seyahat etmek oldukça keyifliydi. Ne yazık ki Viyana’ya direkt tren hattı yoktu, bu yüzden bir aktarma yapmak zorunda kaldık ama genel olarak güzel bir deneyimdi.
Viyana’ya vardığımızda ilk işimiz güzel bir yemek yemek oldu. Türk bir ailenin işlettiği küçük bir restoranda çok lezzetli pizzalar yedik. Çok misafirperverlerdi ve memleketten uzakta olsak da Türk misafirperverliğini hissetmek güzeldi. Karnımızı doyurduktan sonra Votivkirche’ye gittik. Gerçekten etkileyici bir kilise. Mimarisi nefes kesici, her detay özenle düşünülmüş. Çevresinde epeyce vakit geçirip atmosferi içimize çektik. Günü sonlandırmak için harika bir tercihti. Viyana adeta inanılmaz güzelliklerle dolu! Bugün sanat, tarih ve doğa harikalarıyla dolu bir gün geçirdik ve bunların hepsi birbirine yürüyüş mesafesindeydi. Doğa Tarihi Müzesi’ndeki dinozor iskeletleri ve parıldayan mineraller gerçekten çok etkileyiciydi! Ardından Albertina’da Van Gogh’un eserleriyle büyülendik. O ikonik fırça darbelerini yakından görmek her zaman güçlü bir deneyim. Elbette Hofburg Sarayı da vardı! Ne kadar görkemli ve tarih dolu bir yer. Sarayın bahçelerinde dolaşırken orada yaşamış insanları hayal etmek çok etkileyiciydi.Bugün Viyana’da daha fazla kültürel zenginliği keşfettik! Günü iki harika müze ile geçirdik: Belvedere Sarayı ve Kunsthistorisches Müzesi. Belvedere yalnızca binasıyla değil, muhteşem bahçeleriyle de büyüleyiciydi. Gustav Klimt’in “The Kiss” (Öpücük) tablosunu bizzat görmek harika bir deneyimdi. Bu kadar ikonik ve duygusal bir sanat eserini yakından görmek insanı derinden etkiliyor. Ardından Kunsthistorisches Müzesi’ne geçtik. İçerisi adeta sanat hazinesi gibiydi – sanat ve tarih açısından doyurucu bir gün oldu. Tüm bu keşiflerden sonra ünlü Cafe Central’da kahve içerek dinlenmek günün tatlı finali oldu. Viyana kahvesi eşliğinde atmosferin tadını çıkarmak harikaydı.
Prag, Çekya
Bugün tamamen yolculukla geçti. Viyana’dan Prag’a direkt trenle geçtik. Manzara değişti ve atmosfer biraz farklılaştı. Belki de Slav kültürünün etkisindendir ama insanlar burada biraz daha mesafeli ve ciddi görünüyor. Prag’a vardığımızda önce otele yerleştik. Sonrasında acıktığımız için yakındaki bir pizzacıya gittik. Bugün fazla gezemedik çünkü seyahat günleri insanı gerçekten yoruyor. Ah, bu arada! Yarın için önemli bir işimiz var: Euro’larımızı Çek Korunası’na çevirmemiz gerekiyor. Prag’da bizi neler bekliyor, çok merak ediyorum! Prag’da sadece bir günümüz olduğu için her şeyi mümkün olduğunca hızlı gezdik! Nehir üzerindeki ünlü köprüleri mutlaka görmeliydik – hepsi çok güzeldi ama isimlerini hatırlayamadığım için üzgünüm! Şehir manzarasını görmek için o etkileyici kaleye de çıktık – manzara gerçekten büyüleyiciydi. Kesinlikle kartpostal gibi. Öğleden sonra bol bol hediyelik eşya aldık ve tabii ki her yeri fotoğrafladık. Akşam yemeğinde tanıdık bir şeyler yemek istedik ve bir Türk restoranı bulduk. Yabancı bir ülkede bile olsa ev yemeklerini tatmak güzeldi. Yarın Türkiye’ye döneceğimiz için geceyi erken bitirdik ve eşyalarımızı toparladık. Eve dönüş için hazırlık zamanı! Bu sabah erkenden kalkıp tren istasyonuna gittik. Tuhaf isme sahip bir istasyondan havaalanı otobüsüne bindik. Otobüs bizi uçağa ulaştıracak transferimizdi. Havaalanına erkenden varıp uçuş saatini bekledik. Neyse ki İstanbul’a dönüş uçağı çok uzun sürmedi. Bu yolculuk başladığında çoğumuz birbirini tanımıyordu, belki hâlâ her yönümüzü bilmiyoruz. Ama son birkaç gün içinde yaşadığımız deneyimler aramızda güçlü bir bağ oluşturdu. Bu gezi gerçekten eşsiz ve özel bir deneyimdi. Şimdi tekrar evdeyim, kafamda yeni görüntüler ve kurulan dostluklarla…
KUBİLAY YAHYA YILMAZ
Münih, Almanya
Herkese Münih’ten selamlar, gezimize başladığımız Almanya’nın bu kentine sakin bi iniş yaptık. Uçakta dikkatimizi düzenli şehir yapısı ve binaların mimarisi bihayli çekti. Kontrollerden geçtikten hemen sonra keyifli bir metro yolculuğuyla otelimize yerleştik. Akşam yemeğinde yarın için geziceğimiz yerlerin planını yaptık. Şehrin tarihi , kültürel ve modern kısımlarından oluşan ufak bi taslağı birlikte hazırlamış olduk. Heyecanla yarını ve getiriceklerini bekliyoruz. Almanyadan selamlar. Münihteki ikinci günümüzde şehrin merkezi ve en önemli değerlerinden biri olan Marienplatz ‘ ın altünü üstüne getirdik diyebiliriz. Moosach’taki otelimizden çıkıp metroyla Marienplatz’a ilk geldiğimizde bölgenin dinamik yapısı kendini belli etti. Gittiğimiz yerler arasında bulunan Royal Museum da Nazi birliğinin kurulduğunu öğrenince adeta tarihe tanıklık ettik. Çok güzel bilgiler edindik ve dur durak bilmeden fotoğraf çektik. Bu gün o kadar yürüdük ki gerçekten ayaklarımıza kara sular indi. Kabaran milliyetçi duygularımızla dönerimizi gömdükten sonra Royal Museum’un önündeki parkta zaman geçirdik ve günü tamamlamış olduk. Gerçekten sanata ve tarihe doyduğumuz bir gündü diyebilirim . Önümüzde daha nice maceralar var. Görüşmek üzeree. Merhabalar . Yine Münihteyiz ve bugünkü gezimiz baya bi yoğundu. Şehrin farklı uçlarında bulunan duraklarımızdan ilki BMW Museum ‘du. Otomotiv sektörünün ileri gelenlerinden olan Almanya’nın böyle köklü bir markayı müzesiz bırakması yakışmazdı bana sorarsanız. İçerde BMW nin değişen çağa ve yeniliklere çok iyi ayak uydurması dikkatimi çekti. Bu işe önce uçak pervanesi yapımıyla başladıklarını öğrendim. Şekilli arabalarla pozlarımızı verdik. Bir kaç saat sonra şehrin merkezinden iyice uzaklaştık ve Münih ‘in ikonlarından birine ,Allianz Arena’ ya , geldik. İçerde Bayern Münih takımının Müzesini gezerken taze bilgiler öğrendik. Bunlardan biri de takımın tam isminin Almanya’nın bulunduğu coğrafyada daha önce var olan Bavyera krallığından gelmesiymiş.Son olarak Şampiyonlar ligi kupasıyla fotoğraf da çekindikten sonra merkeze geri döndük ve karnımızı doyurduk. Yine döner elbette haha. Ardınndan şehre son bakışımızı attık odamıza döndük ve bavulumuzu topladık. Münih’ten alabileceğimiz maksimum verimi aldığımı düşünüyorum.Viyana’da görüşmek üzeree.
Viyana, Avusturya
Evet, Avusturya için yola çıkıyoruz.Sabah 9 gibi kahvaltımızı yapıp tren istasyonuna geldik .Böylece bol aktarmalı Viyana yolculuğumuz başlamış oldu. Güne talihsiz başladık.Trende oturduğumuz yer başkasının çıkınca kalkmak zorunda kaldık. Bi süre ayakta kaldıktan sonra boş bir yer bulup kalan yolculuğuma devam ettik. Camdan Avrupa’yı izlemek keyifliydi.
Viyana’da indikten sonra otelin yolunu tuttuk. İlk izlenim olarak şehrin sokakları, caddeleri ve binalarının tarihi yapısı bizi geçmişe götürdü. Ayrıca her bir sokak her bir caddenin ayrı ayrı güzel olması aklımda kaldı.Öyle ki fotoğraf çekmekten depolamam doldu neredeyse. Günün sonunda tarihi bir binayı andıran otelimize yerleştik ve yarın ki geziceğimiz yerleri düşündük. Viyana dan beklentim yüksek , hep birlikte görücez. Tschüss!!
Merhabalar viyanadayız turluyoz . İlk olarak Hofburg Sarayı ‘ba yolumuz düştü 1279 da dan beri saray olarak kullanılıyormuş.Sonrasında ekipçe ikiye bölünüp kimimiz Sisy Museum’a kimimiz de Mozart’ın evine gitti. Mozart’ın evine gidenlerden biri de bendim . Gerçekten çok etkilendim. Ardından ufak çaplı bir hediyelik eşya serüvenş yaşadıktan sonra kathedral e gittik. Bu kadar şatafatlı binalar yapmaları akıl alır gibi değil gerçekten. Yemeğimizi yiyip otele döndük ama yan odamızda kalan biri galiba yaptığımız gürültüden rahatsız olmalı ki duvarlara vurdu. Günü sıkıntısız atlattık . Herkese iyi geceler.
Sabah saatlerinde aldığımız sandiviçlerle Tuna Nehri’ne doğru yürümeye başladık. Nehrin kıyısında kahvaltımızı tamamladıktan sonra köprünün altındaki grafiti boyalarında güzel fotoğraflar çektik.Leyla ablam saolsun. Daha da güzellerini çekmek için Sanat Tarihi Müzesi’ne gittik ancak Doğa tarihi Müzesi benim için daha ilgi çekici hissettirdi. Akşamına tekrar Ferhat döner patlattıktan sonra hoş sohbetli uzun süren bir yürüyüşle otelimize vardık. Viyanadaki son günümüzdü. Unutamıyacağım anılar biriktirdim. Ama Turkish genlerimden ötürü aklımdan şu soru hiç çıkmamıştı.YA KANUNİ VİYANA’YI ALSAYDI.. ah be dedem…
Prag, Çekya
Prag tek bir güne sığar mı dediler onu da yaptık. Bize gözü gibi bakan Fatma ablamız erkenden kalkıp hepimize sandviç hazırlamış . Unutamayacağımız bir kahvaltıyla güne başladıktan sonra Çek Cumhuriyeti’nin ulusal müzesine doğru yola koyulduk. Her ne kadar girmeyi tercih etmesek de gelmemiz iyi oldu çünkü atmosfer harikaydı. Ordan ayrılıp eski kent meydanına doğru gittik. Yoldayken Fatma ablamızın tavsiyesi üzerine zamanında Alber Einstein ‘ın da vakit geçirdiği kübik konulu bir kafeye uğradık ve kahvelerimizi içtik. Eski kent meydanında güzel fotoğraflar çekindikten sonra şehrin ana yapıtlarından olan Charles Bridge ‘e gittik. O gün Prag’da ulusal bayram kutlamaları olduğundan dolayı kalabalık bi ortam karşıladı bizi. Sokak sanatçılarıyla eğlenceli valit geçirdikten sonra köprünün karşısında ve şehrin en tepesinde olan kathedral e gittik . Evet daha bitmedi haha. Sonrasında trende sohbet ettiğimiz buralı bir kızdan öğrendiğimiz Prag ‘ın en dar caddesine gittik. Burdan sonra hediyelik eşyalarımızı aldık ,yemeğimizi yedik ve günü tamamladık. Gezinin son gününe başından beri asla bitmesini istemediğimi farkettim. Çok eğlenceli bi deneyim oldu bizim için ve başta Fatma abla olmak üzere iyi ki bu insanlarla tanışmışım dedim. Her şey gönlünüzce olsun . Başka ülkelerde görüşmek üzere.
İLYAS ÇINAR TOĞAY
Münih, Almanya
Bugün ilk yurtdısı deneyimimdi ve uçağa bile ilk defa binişimdi inişler ve kalkışlar olsun yüreğim ağzıma gelmişti. İndikten sonra bir müddet metro için yürüme sefamız oldu bagaj kontrolleri filan çok uzun sürdü Ama değdi.Sokaklar çok hoştu şehir yapısı insanlar azdı marketlerde insan yok otomat usülü çalışıyolar hayatımda ilk defa böyle bir şeyi deneyimledim ve araba memleketi olması sokaklarda adeta görsel şölen yaşattı. 2.gün otelimizin lokasyonu cok gizel hzuur verici bayıldım. Baktığım her yer yeşillik içim acılıyo.Yemekten sonra markete gittim çok yeni şeyler gördüm farklı atıştırmalık çok hosuma gitti ve günün sonunu otelde noktaladık. Tarihi yerleri gezdik Münih sonradan yapılma bir sehir olduğu için tarihi yerler az ve özdü ama sokaklar toplum bisiklet yolları her şey takdire şayandı. Bmw müzesi hayatımda gördüğüm nadir yerlerdendi herşey çok aıradışı prestijli geldi saray müze yapıları bizimkinden çok farklı detaycı ve insana yönelik…
Viyana, Avusturya
Güzel bir metro yolculuğuydu yorucuydu ama Avusturya’nın da yeşillik ve doğallığı cok güzeldi. Otelimizi bulduk yemek yerleri filan oldukça güzeldi. Sokaklarındaki insanlardan entellektüelliği anlarsınız sokak dilencilerinin kitap okuduğu bir ülke lümpen cok farklı karakter kişilikte çok insan var.
2.gün adeta aşk sanat ve tarih şehri sokaklarından sanat akan mükemmel bir şehir hepsini gezemedik çünkü çok büyük bir şehirdi.
Son gün ise yine bol gezmeli ve yemek yemeli bir gündü. Türk restaurantları güzeldi bizim ülkemizin biraz daha eski tarzıydı.
Prag, Çekya
Avusturyadaki gibi bir metro yolcusu olduk güzel bir uyku cektim metroları çok kaliteliydi. Şehir yapıları çok iyi sokakları mahalleleri çok güzel. Bir türk restaurantında cok güzel yemekler yedik çok güzel anlayışlı insanlar vardı. Kendi kanımızdan insanlar görmek bizi çok hoşnut etti. Mimarisi ise diğer Avrupa ülkesinden farksız.